Esra Carus ve ‘Direnmeden Kırılmak’

Esra Carus eserleriyle toplumsal sosyal ve politik konulara değinen bir sanatçı. Kendisi geçtiğimiz günlerde beşinci kişisel sergisini açtı. Şalom yazarı da olan Carus bu sergisinde izleyiciyi, siyahî mücadelede şiddetsiz direnişin sembolü olmuş, dinlemekten haz aldığı caz müzisyenlerinin bir seri portresi ile karşılıyor. ‘Direnmeden Kırılmak’ ismini verdiği sergisini 4 Mart’a kadar Galeri Selvin’de izleyebilirsiniz.

Sanat
21 Şubat 2018 Çarşamba

 MİREY NASİ

 

Sanatçılar duyarlı, cesur, etraflarında gelişen olaylara kayıtsız kalamayan kişilerdir. Yeteneklerini aktardıkları yapıtlarıyla izleyiciye yeni bir pencere açar, işleriyle sorular sorar, işledikleri konular hakkında düşünmeye sevk ederler. Her sergi uzun uzadıya bir hazırlık, sanatçının kişisel tarihinden çıkan bir yolculuktur. Kimi sanatçılar işlerinde kendi yolculuklarına ağırlık verirken kimileri de bunu toplumsal olaylar ile beraber işlerler.

Esra Carus eserleriyle toplumsal sosyal ve politik konulara değinen bir sanatçı. Kendisi geçtiğimiz günlerde beşinci kişisel sergisini açtı. Carus bu sergisinde izleyiciyi, siyahî mücadelede şiddetsiz direnişin sembolü olmuş, dinlemekten haz aldığı caz müzisyenlerinin bir seri portresi ile karşılıyor. Malzemesini tabakalar halinde kullanan sanatçının ‘Direnmeden Kırılmak’ ismini verdiği sergisini 4 Mart’a kadar Galeri Selvin’de izleyebilirsiniz. Kendisiyle sergisi hakkında konuştuk.

 Sizin işlerinizde sanatçı olarak toplumsal, sosyal ve politik konuları işlediğinizi görüyoruz. Bu konular sanatınızda nasıl yer buluyor?

Her politik karar ya da eylemin toplumsal ve bireysel sonuçları var. Olabildiği kadar dünya ve Türkiye’deki olayları takip etmeye çalışıyorum. Bir çırpıda okuyarak geçtiğimiz olayların arkasındaki dramları düşünürüm hep, örneğin sayılara indirgenmiş ölümlerin ardından biz hiç duyamasak da o evlerde yaşananları, isyanı, öfkeyi hissederim. Bir travmanın etkisi kuşaklar boyu sürüyor ve yaptığımız her seçim kişisel tarihimizle ilgilidir genel olarak. Tuna kıyısında, siyasi bir cinayete kurban gitmiş, idealist bir öğretmen olan dedem nedeniyle sanırım; sanat alanında politik angajmanı olan biriyim, bir anlamda sanat üretimim politika yapma biçimim diyebilirim. Baskı ve şiddete maruz kalmış, kişi ya da topluluk farketmiyor, kayıtsız kalamıyorum. Gerçek meselem yüzleşme aslında, belleğin işlevi budur, geçmişi hatırlamak ve olayları muhakeme ederek buradan dersler çıkarmak. Sanatın böyle de bir yönü var, hasıraltı edilmeye çalşılan konuları ölümsüzleştirerek gündemde kalmasını sağlamak ki, buradan bir düşünce alanı ortaya çıksın.

 Son serginize başlık olarak seçtiğiniz ‘Direnmeden Kırılmak’ kavramı sizin için ne ifade ediyor? Siyahî mücadele ve caz müziği hakkında bize neler anlatmak istersiniz? Bu konuya ilginiz ilk nasıl başladı?

Günümüzde ‘direnmek’ kelimesinin bile bir suç gibi algılanma potansiyeli var; direniş, bir sol jargon olarak kriminalize edilmeye çok müsait şu sıralar. Ancak direnmeyi çatışmak anlamında değil, tam tersi şiddetsizlik, varlığını korumak ve yaşamı savunmak anlamında kullanıyorum. ‘Direnmeden Kırılmak’ başlığını, bir çıkmaz sokağa girilmiş algısına toplu olarak inanmanın getirdiği bir vazgeçme durumunu nitelemek için koydum. Direnmenin binbir türlü yolu var. Martin Luther King’in başını çektiği Amerikan Sivil Haklar Mücadelesi ve o dönemde ortaya çıkan Free Caz akımı arasındaki sosyo-politik bağlam sergimin ana konusu. Korku eşiğini atlattıktan sonra özgürleşiyor insan. Siyahilik, ezilmişliği, mağduriyeti anlatmak için siyasetçilerin de ara ara kullandıkları bir terminoloji halini aldı. Kölelikten asli vatandaşlığa geçiş öyküsünün caz müziğiyle olan ilişkisine baktım. Elbette güllük gülistanlık olmadı dünya, kendi anayurdunda bile Afrikalılar özgür değil hemen hemen tüm kıtada. Sergide, ünlü cazcıların fotoğraflarından yola çıkarak yaptığım portreleri var ama benim için sembolik değerleri önemli bu insanların. 1955-1968 yılları arasında siyahîler, sivil itaatsizlikle başlayan ve hiç şiddet kullanmadıkları direnişleri sayesindedir ki, bazı temel hakları elde ettiler. Küsmediler, Afrika’ya göçmediler, Amerikan kültürüne en kıymetli müziği armağan ettiler. Bu bir başarı öyküsü ve beni çeken tam da buydu. Mesele öfkeyi, isyanı dönüştürebilmek. Bunu en iyi bu gazetenin okurları bilir, filozofların neredeyse yüzde 70’nin Yahudi olması tesadüf değil sanırım. Ya da devrimden sonra İran Sineması diye bir ekolün oluşması da başka bir örnek olabilir. Bu yönüyle caz, Afro-Amerikalıların başardığı bir direniş modeli bence. Üzerine kan bulaşmış her türlü direniş ve çatışma ise öğrenilmiş çaresizlik.

 Her sanatçının kendini ifade ederken kullandığı, kullanırken kendini rahat hissettiği bir malzeme vardır. Sanatçı hangi malzeme ile çalışırsa çalışsın, kâğıt çoğu zaman bir başlangıç noktasıdır. Eskizlerinin, notlarının sarf malzemesidir. İşlerinizde ve bu serginizde kâğıdı malzeme olarak sık sık kullandığınızı görüyoruz; bize kâğıdın sanatsal pratiğinizdeki yerini ve anlamını tarif edebilir misiniz?

Kendimi bildim bileli kâğıtla ilişki içindeyim. Hep resim yapıyorum, telefonla konuşurken bile bir elim birşeyler karalar. Kâğıt bebekler, benim kuşağımın kız çocuklarının favori oyuncağıydı ve ben kartonlardan yenilerini ilave ederek koloniler oluştururdum. Hazır-giyimci olan babamın işyerindeki, üst üste asılmış karton giysi kalıplarının da etkisi olduğunu düşünüyorum malzemeyi sevmemde.

Yine ilkokul çağlarımda ablam mimarlık öğrencisiydi, yaptığı maketlere yardım ederdim; ağaç boyamak, çit boyamak, karton kesmek gibi, bu pratik de malzemeyi daha iyi tanımamı ve doğru kullanmamı sağlamıştır muhtemelen. Yaşamım boyunca her anıma kâğıt eşlik etti ve bu nedenle benim için ‘zaman’ kavramının da bir metaforu. Her tabaka belli bir zamanda iz bırakmış bir deneyimi temsil ediyor olabilir. Şimdiki zamana gelirsek, kartonla çalışmaya başlamam 10-12 yıl öncesine dayanıyor. Porselen işlerimi kâğıt zannediyordu birçok izleyicim ince ve şeffaf oluşları nedeniyle. Bense bu kırılgan malzemeyle küçük boyutlara hapsolmuş hissediyordum kendimi ve bunları neden kartondan yapmıyorum sorusuyla birlikte daha özgürleştim, işlerimin boyutları büyüdü. Köşeye sıkışmadan yeni birşey denemiyoruz hayatta.

 Günümüzde sergileri gezerken izleyici olarak aynı zamanda serginin kavramsal metinini okumak, üretim süreci hakkında bilgi sahibi olmak, yapıtların düşünsel arka planını öğrenmek ihtiyacı hissediyoruz. Serginizi gezecek izleyicilere referans olması açısından, ziyaretleri öncesi veya sonrasında hangi okumaları yapmalarını önerirsiniz? İsmini verebileceğiniz kaynaklar var mı?

Evet, çok haklısınız; ben de bir izleyici olarak yapıtların düşünsel arka planını merak ederim ve bilgilenmek isterim her zaman. Ama bunun olmaması da bir eksiklik olarak görülmemeli, bu sanatçının tercihine de bağlı bir konu. Sonuçta yapıt denen şey, kavranan bir fikrin sizde bıraktığı izdir.

Yani yapıtın kalıcılığı belleğinizde tutabildiğiniz kadardır, buna ne sanatçı ne de izleyici hükmedebilir. Okuma ve kaynak belirtmek, biraz izlenmesi zor bir sanatçı olduğum algısı yaratmasın, bundan çok korkarım. Ama bu sergiye özel olarak fikirlerimin gelişmekte olduğu dönemde Şalom için yazdığım ‘Kelebek Etkisi’ adlı (22 Şubat 2017 tarihli) yazımı gazetenin sitesinden okuyabilir sergimi ziyaret etmek isteyenler. Bir de Judith Butler’ın ‘Kırılgan Hayat’ adlı kitabını önerebilirim.

 Bu serginiz sonrasındaki yakın ve uzak tarihteki projeleriniz nedir?

Yakın zamanda fuar ve grup sergileri olacak Galeri Selvin’le; Apel Galeri’nin Nostospektif adlı grup sergisinde mart ayı içinde yer alacağım; bir yıldır üzerinde çalıştığımız bir çocuk kitabı var Sarı Gaga Yayınları’yla, onun tanıtımı ve sergisi olacak. Uzun vadede Almanya’da kişisel sergi ve bir sanatçı kitabı yapma planım var.

 Siz aynı zamanda Şalom yazarısınız; Şalom ile yollarınız nasıl kesişti? Sanat ve yazarlığınız arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edersiniz?

Bir önceki kişisel sergimde Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adlı kitabından yola çıkarak, kötülük kavramı üstünde çalışmıştım. Aynı dönemde internette İvo Molinas’ın benzer bir konudaki yazısına rastladım ve kendisine ulaştım. “Şalom’a katkıda bulunur musunuz?” daveti üzerine de yaklaşık bir buçuk yıldır yazıyorum Perspektif başlığı altında. Kitap okunan bir evde büyüdüm, meraklı biriyim, özellikle edebiyat ve sosyal bilimlerin her alanında okumayı seviyorum, doğal olarak bir zaman sonra yazmak geliyor içinizden. Aslında bu ihtiyaç, işlerimle ilgili tam kendimi ifade edememişlik duygusuyla oluştu galiba. Politik işler yapmanın en büyük yan etkisi de sansüre uğramak; işlerinizi sergileyebilmek için bile dolambaçlı yollar kullanıyorsunuz bazen. Sözünü açık seçik söyleyememe halini yazıyla tamamlamaya çalıştığımı düşünüyorum, zamanla bu iki yönüm birbirini beslemeye başladı ve yazmak zevkli bir uğraşa dönüştü.