Bir Zamanlar Nişantaşı´nda : Hıfzı Topuz

Cumhuriyetle aynı yaşı kutlayan değerli gazeteci, yazar, İletişim Araştırmaları Derneği kurucusu Hıfzı Topuz’u Esentepe’deki evinde ziyarete giderken bir hayalimi gerçekleştiriyor olmanın mutluluğu içindeydim. İstanbul’un güzel sokaklarından birindeki bahçeli evinde, bilgi ve nostalji dolu bir sohbetimiz oldu.

Elda SASUN Sanat
14 Şubat 2018 Çarşamba

Kendisiyle söze, yanımda taşıdığım, Nişantaşı üzerine yazdığı kitaptan ve ikimizin müşterek mahallesi olan bu semtten bahsederek başladık.

Nişantaşı’nı çocukluğunuzda tanıdınız. Geçmiş günlerden bugünlere baktığımızda Nişantaşı’ndan geriye ne kaldı?

 Nişantaşı’nda konaklar vardı, Şişli Terakki bile eski bir konaktı. Artık geriye hiç konak kalmadı. Bizim Hacı Emin Sokak’taki konaktan da şu an salonumda bulunan tek bir resim hatıra kaldı. Nişantaşı’nda eski İstanbul ve Selanik kökenli aileler otururdu. Herkes birbirini tanır, selamlardı. Tramvayla yolculuk eder, tramvaydan inince de aynı insanlara rastlardınız. Cumartesi günleri alışveriş veya gezmek için sokağa çıktığınızda, yine herkes tanıdıktı. Konaklarda yaşadığımız için apartman komşuluğu yoktu ama yanımızdaki konakta oturanları bilirdik.

1920 yıllarında yeni binalar, apartmanlar yapıldı. Bunların bazıları hâlâ duruyor. Çarşı diye bir şey hiç yoktu; alışverişe ya Beşiktaş’a ya da Pangaltı’ya giderdik. Rumeli Caddesinde Rio Pastanesi ve bir kırtasiyeciden başka dükkân yoktu. Tanıdıklarımızla Tan Sinemasının arkasında bulunan Haylayf Pastanesinde buluşurduk. Doğumumdan 1958’e kadar burada yaşadım. Daha sonra Esentepe’de halen yaşadığımız bu eve taşındık.

Aileniz sizi ve kardeşlerinizi Fransız kültürüyle yetiştirmiş; Paris ise hayatınızın bir parçası olmuş…

Babam sürekli Fransa’ya gider gelirdi. Fransa’daki Fontainebleau’da okudu. Biz Fransız kültürüyle büyüdük, eğitim gördük. Ben ve üç kardeşim Galatasaray Lisesinde okuduk. Kız kardeşim ve iki kuzenim de Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesinde. Galatasaray Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdim. Mezuniyetten sonra Paris’e ilk kez 1952’de, on aylık bir yüksek lisans eğitimi yapmak üzere gittim. 1959-1983 yıllarında ise Paris’e bu kez görev için gittim: UNESCO Genel Merkezinde, Özgür Haber Dolaşımı Şefi olarak çalıştım. Dolayısıyla Paris’te 25 sene yaşadık.

Bir de İsrail geziniz olmuş, hiç bilmiyorduk; bunu bizimle paylaşır mısınız?

1958’de İsrail’in kuruluşunun onuncu yıl kutlaması için ülkeyi gezmeye davet edilmiştim. Galatasaray Lisesinden arkadaşım Basın Ataşesi  Max Bilen (Boton) tarafından davet edildik. Kendisi ataşeliği bırakıp Tel Aviv’e yerleşmişti. İsrail’de bir hafta kaldık. Dostumuz Yaşar Kemal ve İlhan Bardakçı da benimle birlikteydiler. Buradan gidenleri gördük, röportajlar yaptık.

Ülkeyle ilgili izlenimleriniz nasıldı? 

Çok sevgi doluydu ortam; orada tanıdıklarımızdan gazeteci arkadaşımız Erol Güney ve eşi Seza’yı gördük. Erol Güney İsrail’deki Yediot Ahronot  gazetesinde yazardı. Bütün dostlarımızla birlikte olduk. Bizi sevgiyle ağırladılar, özlediğimiz birçok insanı ziyaret etme fırsatını bulduk.

Musevi dostlara tanışmam çocukluğuma dayanır. Babamın rakı fabrikası vardı; iş hayatında birçok Musevi dostları, meslek arkadaşları vardı. Üzüm Kızı diye bir rakı vardı, sahibi Salamon Behar; Çelebi ile çok yakın arkadaştılar. Behar’ın beşi de kız, beş çocuğu vardı. Biz de onlar gibi beş kardeştik, birbirimizle çok arkadaşlık ederdik. En çok yaşıtım olan Suzi’yle arkadaştım. Yüksek Kaldırımı kesen sokakta, Kule’ye bakan kısmında yaşarlardı.1934 ya da 1935’te Fransa ya göç ettiler. Galatasaray’da okurken İzak Ventura, Moiz Bali (Ballı) okul arkadaşlarımdı,  bir de kolejli Moiz Gabay. Babamın rakı işi 1938’de sona erdi. Kartal, Karşıyaka, Yakacık, Kadıköy rakıları bizimdi. Fabrikayı Ankara’ya devretti, sonra da kapattılar.

Cumhuriyetle aynı yaştasınız. “Söz geçer yazı kalır” demişsiniz... İstanbul’un kültür hayatı sizce nereye doğru gidiyor? Nereden nereye geldik?

Tarihi çok severim fakat tarihçi değilim; gazeteciyim ben. Röportaj yapardım. “Yazarlığımda da, romanlarımda da röportaj üslubunu kullanıyorum” şu demek: Geniş kitleye sesleniyorum, onların anlamayacağı şeyler anlatmak istemiyorum. Beni anlayacakları seviyede kalmak istiyorum. Okurun anlamayacağı kelimeler kullanmıyorum yani ne Fransızca ne İngilizce kelimeler kullanıyorum. Halkın konuştuğu dilde yazmak istiyorum. Yazılarımı hâlâ dolma kalemle yazıyorum. Sekreterim geliyor ona dikte ediyorum; eğer bir şeyi anlamayıp sorarsa, tamam diyorum anlaşılmadı, hemen orayı değiştiriyorum. Röportaj üslubu derken uzun cümleler yapmıyorum. Anlaşılır kelimelerle, anlaşılır Türkçeyle, okuyucuların ilgisini çekecek konuları yazıyorum. Soyut konulara girmiyorum. Yazarlığı bir iletişim yolu olarak düşünüyorum. Mesajımı iletiyorum. Yazarlıkta bir mesaj vardır. Mesajlar konuya göre değişir. Tarihi bir mesaj ise o konuyla ilgili bir ders almak lazım diyorum. Okuyucu bu mesajı aldığı zaman bir tepkisi oluyor, ben de bu tepkiyi bulmaya çalışıyorum. Onlarından gelen tepkiler ışığında, yeni mesajlar hazırlıyorum. İletişim bu zaten. Biyografi kitaplarımda da Abdülmecit, Mithat Paşa, Nazım Hikmet, Tevfik Fikret, Namık Kemal’i kaleme aldığım zaman, gerçekten onların hayatını yazıyorum. Onların karşısında onlarla tartışacak insanlar olmadığı için benzer insanlar yaratıp onlarla olan tartışmalarını yazıyorum.  Kurmaca onlarda var. Roman kahramanları ise gerçek insanlar.

Gerçeklerden uzaklaşmıyorum. ‘Meyyale’ kitabım 39 baskı yaptı;  demek ki, mesajım hedefine varıyor. O yüzden bu yoldan ayrılmıyorum. ‘Meyyale’de,  o dönemde aristokrasiden burjuvaziye geçişteki değişimleri ele aldım. Soylu aileler devrinden burjuva ya da iş dünyasının ailelerine geçişi işliyorum.

ahsilinizi de iletişim üzerine yaptınız, iletişim üzerine uzmanlaştınız…

Halkla iletişimde kalmak istiyorum. Tepkilere tekrar yeni tepkiyle cevap yazıyorum (retro information). Yazdıklarımı sadece Türk okuyucularım için kaleme alıyorum. Toplumun üzerinde kalıp o toplumdan uzaklaşmamaya çalışıyorum.

O halde fiction, yani kurmacayı bir yerde araç olarak kullanıyorsunuz…

Tamamen. Bunu da okuyucuların, geçmişteki  bir hadiseden ibret alacakları bir şey olsun diye yapıyorum. Bunun da güncel olması lazım. Amacımda hep aydınlanma mesajı vardır. Aydınlanma Batılılaşma değildir. Batılılaşma,  II. Mahmut ve III. Selim zamanında başlar. Avrupa’daki saraylar, mobilya, kıyafet örnek alınarak yaşam biçimini Batıya uydurmak isteği vardır. Tanzimat Devri de Batılılaşmadır. Rönesans’ın temelinde de aydınlanma var yani dünya ve toplum sorunlarını dinin kalıpçılığına karşı, akıl ve bilimle çözümünü sağlamak. Aydınlanma, Tevfik Fikret ile başlar. Fikret, yobazları karşısına alır, mücadelesini fikir ve edebiyat alanında yapar. Aydınlanmayı günlük yaşamına geçirmeyi öğrenemez. Fikret’ten esinlenen Atatürk ise aydınlanma ilkesini devlet içine sokar. Atatürk’ün temelinde aydınlanma vardır.

Bu sene yeni projeleriniz arasında neler var diye sorsam. 

Bu günlerde yeni bir kitabım çıkacak; bir bakıma Meyyale romanımın devamı sayılabilir. Orada da aristokrasiden burjuvaziye  geçişteki sorunları ele aldım.

O zaman merakla yeni kitabınızın çıkmasını bekliyoruz.

Hiç bitmesini istemediğim uzun sohbetimiz sona ererken, yanımızdaki koltukta sessizce bizi izleyen evin iki  sevimli kedisiyle de tanıştım: Karakedi ve Külkedisi. Hıfzı Bey ve eşi Ayşe Hanım’a beni ağırladıkları için teşekkür ettim. İlginç anılarını dinlediğim ve bilgilendiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum.