Sevgi Açlığı Üzerine

Andrey Zvyagintsev ‘SEVGİSİZ’de boşanmak üzere olan bir çift üzerinden Rus toplumuna eleştirel yaklaşımını sürdürüyor

Viktor APALAÇİ Sanat
31 Ocak 2018 Çarşamba

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizmle tanışan Rusya’nın insani değerlerden uzaklaştığını düşünen Andrey Zvyagintsev, evliliklerini sonlandırmak üzere olan bir çiftin öyküsünde, sevgisizlik ve sevgi temalarına odaklanıyor. Günümüz Rusya’sını metaforlar aracılığıyla eleştirme prensibini sürdüren Rus usta, içinde yaşadığı, yozlaşmış, çürümüş, hayati değerlere sahip kurumları işlevsiz hale gelmiş, Rus toplumunu otopsi masasına yatırıyor. Rusya’ya dair karanlık öyküleri ve donuk sinematografisiyle, yeni bir tür sosyal gerçekçi tavrın içinde olan Zvyagintsev, neo-burjuvaziyi acımasızca eleştiriyor.

NELYUBOV’

 Yön: Andrey Zvyagintsev

Sen A. Zvyagintsev- Oleg Negin

Gör: Mikhail Krichman

Müz: Evgeny Galperin

Kurgu: Anna Mass

Oyn: Maryana Spivak- Alexey Rozin- Matyev Novikov- Marina Vasilyeva- Andris Keishs- Alexey Fateev

Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra kapitalizmle tanışan Rusya’nın insani değerlerden uzaklaştığını düşünen, Rus toplumuna eleştirel yaklaşan filmleriyle sivrilen Andrey Zvyagintsev (57), son filmi ‘Sevgisiz’ ile son Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü kazandı.

Film, bıkkınlık, nefret ve karşılıklı suçlamalarla tükenen evliliklerini sonlandırmak üzere olan genç bir çift üzerinden, sevgisizlik ve sevgi açlığı temalarına odaklanıyor.

Sovyetlerin çöküşünü anlatan bir önceki filmi ‘Leviathan’dan (2014) sonra, Zvyagintsev etkileyici sinematografisi ve başarılı günümüz Rusya’sı tasviriyle neoburjuvaziyi acımasızca eleştiriyor.

Bu çok katmanlı, gerilim dolu dram, sevgiden yoksun, yıkılmakta olan bir ailenin portresi üzerinden yoğun ve etkileyici bir toplumsal eleştiri sunuyor.

Rusya’ya dair karanlık öyküleri ve donuk sinematografisiyle, yeni tür bir sosyal gerçekçi tavrın içinde olan Zvyagintsev, senaryo yazılımına katıldığı bu yeni filminde, toplumsal hayatımızın zaaflarından biri olan sevgisizliği ele alıyor.

Yine karanlık, çıkışsız ve umutsuz bir öyküyle karşımıza çıkan Rus usta, şiddetle, kavgayla ve sevgisizlikle yoğrulmuş, hayalleri kırılınca ağlamayı bile unutmuş bir toplumun portresini post-modern bilgi çağı filtresinden çiziyor.

‘Sevgisiz’in Cannes’daki basın toplantısında tuttuğum notlardan, Zvyagintsev’in şu cümlelerini not etmiştim: “Eğer filmim mukayese edilecekse, İngmar Bergman’ın altı bölümlük televizyon dizisi ‘Evlilik Hayatı Sahneleri’ (1973) ile kıyaslanmasını isterim. Konuları farklı dönemlerde geçse de, farklı karakterlere sahip olsalar da, her iki filmdeki kahramanların ortak noktası, kendilerinden şüpheye düşen şehirliler olmaları. Tolstoy bütün romanlarında evliliğe giden yolu anlatır. Ben düğünden sonra yaşananları anlatmak istedim. Toplumdaki empati eksikliğini, arka plana politik bir konsepti yerleştirerek işlemek istedim.”

KARANLIK, UMUTSUZ,  ÇIKIŞSIZ BİR ÖYKÜ

Günümüz Rusya’sını metaforlar aracılığıyla eleştirme prensibini ‘Sevgisiz’de de sürdüren Rus usta, içinde yaşadığı, yozlaşmış, çürümüş, hayati değere sahip kurumları ardı ardına işlevsiz hale gelmiş Rus toplumunu otopsi masasına yatırıyor.

Birbirlerine karşı nefretle dolu, ilişkileri çoktan sona ermiş, boşanmanın eşiğinde bir çift. Annesinin baskısından kurtulmak için genç yaşta evlenen Genia, doğurduğu ama hiçbir zaman sevmediği oğlu 12 yaşındaki Alexev’in yeni kuracağı evde kendisi için bir yük olacağını düşünür.

Tanıştığı yakışıklı ve zengin bir erkekle yeni bir evliliğin eşiğindedir. Kocası Boris, evliliklerinde genç bir kadınla yaşadığı ilişkiden ikinci kez baba olmak üzeredir.

Her ikisinin de sevmediği ve yeni hayatlarında istemediklerini açıkça ifade ettikleri, ebeveynlerinin şiddetli bir münakaşasında bir yetimhaneye terkedileceğini anlayan Alexev, çareyi evden kaçmakta bulur.

Hayatı boyunca sevgisizlik içinde yaşattıkları, anne ve baba olarak desteklemedikleri oğullarının ansızın ortadan kaybolmasından sonra, arama kurtarma ekiplerine katılan Genia ve Boris, yürütemedikleri evliliklerini sorgulamaya başlarlar.

Alexev, birbirlerini görmeye tahammülü olmayan, birbirlerine karşı olan nefretlerini gizlemeyen ikiliyi bir araya getirmiştir. Arama çalışmaları sonuç vermezken, ebeveynler geçmişteki eylemleriyle çocuğu karanlık bir sona sürüklediklerinin farkına varırlar.

Film, bu yönüyle işlevini kaybetmiş kamu kurumlarına, teknolojiye boğularak birbirlerinden kopmuş bireylere ve nesilden nesle aktarılan travmaya ayna tutuyor.

Film, yaşanan onca acı ve dramı sergiledikten sonra, acımasız ve ironik bir ‘hayat devam ediyor’ tespitiyle noktalanıyor.

‘Sevgisiz’ ile Yabancı Dilde En İyi Film Oscar ve Altın Küre adaylığı olan Andrey Zvyagintsev, ilk filmi ‘Dönüş’ (2003) ile Venedik’te Altın Ayı Ödülü kazanmıştı. İkinci filmi ‘Sürgün’de (2007) oynayan Konstantin Lavrentes Cannes’da En İyi Aktör seçilmişti.

Yine Cannes’ın Belirli Bir Bakış Bölümünde Jüri Özel Ödülü sahibi üçüncü filmi ‘Elena’dan (2011) sonra, Rus yönetmen ‘Leviathan’ (2014) ile Cannes’dan En İyi Senaryo Ödülü ile ayrılmıştı.

 

LÜBNAN’IN YAKIN TARİHİNİN PANORAMASI

Son Venedik Film Festivali’nde Kamel El Basha’ya En İyi Aktör Ödülü’nü kazandıran, En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre Ödülü’ne aday gösterilen Lübnan filmi ‘Hakaret/L’Insulte’ kaliteli bir politik dram.

Filmin yönetmeni, Beyrut doğumlu Ziad Doueiri (55), 18 yaşındayken Lübnan Sivil Savaşı sırasında ülkesini terk edip, Amerika ve Fransa’da kendisine bir kariyer inşa etmiş.

Önceki üç filminde olduğu gibi, senaryosunu yazdığı ‘Hakaret’te Douieri, ülkesi Lübnan’ın yakın tarihi hakkında doyurucu bilgiler veriyor. Farklı siyasi görüşlere sahip iki kahramanın yaşadığı anlaşmazlık önce hakarete, sonra siyasi bir krize dönüşüyor. Lübnan Hıristiyan Partisinin sadık destekçisi, aşırı sağ görüşlü, araba tamircisi Tony, mahallesinde yapılan inşaatta ustabaşı olarak çalışan Filistinli mülteci Yaser ile tartışırken hakarete uğrar. Çalışma izni bulunmayan Yaser, özür dilemeye hazırlanırken, Tony’nin hakaretine uğrar ve kendisini yumruklar. Taraflar mahkemeye düşer. Olay çok geçmeden tüm ülkeyi ilgilendiren daha derin ve politik bir meseleye dönüşünce bütün ülke ayağa kalkar.

Ağzı iyi laf yapan, fırsatçı baba-kız iki avukatın yangına körükle gitmeleri, duruşmaları milli bir krize dönüştürür. Lübnan Devlet Başkanı’nın dahi barıştıramadığı tarafların yazgısını mahkeme tayin edecektir.

Dinler arasındaki çatışmayı ve tarafların vicdan muhasebesini üst düzey bir gerilim atmosferi içinde anlatan Doueiri, taraflara eşit mesafede durmaya özen gösteriyor. Filmde, 1982’de Ariel Şaron’un göz yumduğu, aşırı sağcı Hıristiyan Falanjist milislerin lideri Beşir Cemayel’in binlerce Filistinliyi öldürdüğü Sabra-Şatila katliamı, Cemayel’in öldürülmesi, Filistinli mültecilerin Lübnan’ın banliyösünde yaşayan Hıristiyanların köylerine yaptıkları kanlı baskınlar da var.

Ortadoğu’nun kanlı ve acılı coğrafyasına ait kan dondurucu arşiv görüntülerinin filme katkısı büyük. Filmin yarısının geçtiği mahkeme sahnelerinde, ünlü, deneyimli bir avukat ile ilk davasını kazanmaya odaklanmış hırslı kızı arasındaki düelloda tansiyon üst düzeyde.

Film, bir zamanların Ortadoğu’nun Paris’i Beyrut’u, din ve ırk çatışmalarının, iç savaşın gerisinde bıraktığı çözümsüz sorunların travmasıyla boğuşan bir şehir olarak tasvir ediyor.

Senaryo yazılımına, Hıristiyan olan Ziad Doueiri, Müslüman Joelle Truma’yı ortak edince, eski dini ve siyasi hesapların kurcalanmasıyla ortaya çıkan kaotik ortam gerçekçi bir şekilde işlenmiş oluyor.

Bu ikili, küçük bir ihtilaf üzerinden, Ortadoğu’nun bu kanayan doğasını incelikli ve öğretici bir üslupla gözler önüne seriyorlar. İnsani bakış açısıyla, samimiyetiyle film Lübnan’ın yakın tarihinin bir bilançosunu çıkarırken, son derece gerçekçi yazılmış karakterler eşliğinde, Lübnan toplumunun sağlıklı bir portresini gözlere seriyorlar.

Başroldeki Adel Karam (Tony) ve Kamel El Basha (Yaser) karşılıklı döktürüyorlar. İlk uzun metrajlı filminde Venedik’te En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanan Filistinli El Basha, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni olarak tanınıyor.

Filmin yönetmeni Ziad Doueiri ile bitirecek olursak, ilk filmi ‘Batı Beyrut’ (1998) ile adını duyuran sanatçı, ‘Lila ve Düşleri’ ve ‘The Attack ‘ (2012) adlı filmlere imzasını atmış.