AB ile ilişkilerde gerçekçilik dönemi

Dürüst konuşma vakti geldi, geçiyor bile.

Selin NASİ Köşe Yazısı
10 Ocak 2018 Çarşamba

Dürüst konuşma vakti geldi, geçiyor bile.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde bugün varılan noktanın sorumluluğu elbette tek bir tarafa yüklenmemeli.

Ancak AB, Türkiye’nin üyeliği konusundaki ilk samimiyet sınavını, 2004’de Güney Kıbrıs Rum Kesimini üye kabul ederek ve müzakere başlıklarının veto edilmesine göz yumarak verdi. Başta dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel olmak üzere, AB içinde Türkiye karşıtı söylemler ve ‘imtiyazlı ortaklık’ önerilerinin Ankara’nın reform hızını ve motivasyonunu nasıl aşındırdığını, dahası Türk toplumunun AB’ye olan inancını sarstığını söylemeye gerek yok. Bu durum, aynı zamanda AB’nin Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde siyasi ağırlığını gitgide kaybetmesine neden oldu.

Ne var ki, bugün geldiğimiz noktada, ortak değerler açısından Ankara ve Brüksel arasındaki makasın kapanması bir hayli zor görünüyor. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulu geçtiğimiz yıl nisan ayında Türkiye’yi yeniden denetim sürecine alarak, Kopenhag Kriterlerinden taviz verilmeyeceğini ortaya koymuş oldu.

Türkiye’nin güvenliği önceleyen yaklaşımı, AB’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularındaki beklentilerini karşılamıyor. Ankara ise Brüksel’in PKK ve FETÖ tehdidine dair hassasiyetlerini paylaşmamasından şikayetçi. Taraflar birbirlerinin ezber argümanlarını dinlemeye artık doydu. Türkiye -AB ilişkilerinin karşılıklı suçlamaya dönüşmeden tartışılması, vakit kaybetmeden ilişkilerin gerçekçi bir zeminde yeniden tanımlanmasına ihtiyaç var.

Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Paris ziyareti ardından yapılan açıklamalar Türkiye-AB ilişkilerinde gerçekçi bir dönemin kapısını araladığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ne olur artık bizi de alıverin diyecek halimiz yok” derken, Türkiye’nin uzayan üyelik sürecinin yarattığı yorgunluğu ve yılgınlığı anlatmış oldu. AB entegrasyon sürecinin sorumluluğunu sırtlanan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise güncel gelişmelerin Türkiye’nin üyelik müzakerelerinde yeni başlıklar açılmasına izin vermediğini ifade etti. Tarafların hemfikir oldukları tek bir nokta varsa, o da Türkiye’yi Avrupa içinde tutacak barışçıl bir diyalog kurulmasıydı; Avrupa çıpasının muhafaza edilmesi, diğer bir deyişle.

1 Ocak’ta AB Dönem Başkanlığını devralan Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov geçtiğimiz ay, "Türkiye'nin AB'ye üye olacağı konusunda ikiyüzlülüğü bırakalım… Türkiye ile AB arasında özel bir anlaşma yapalım" demişti.

Aslında İngiltere’nin Brexit süreci sonunda Brüksel’le varacağı anlaşmanın, Türkiye-AB ilişkilerine model oluşturabileceği epeydir tartışılıyor. Üyelik sürecinin tüm tıkanmışlığına rağmen, ‘imtiyazlı ortaklık’ olumsuz çağrışımları dolayısıyla resmi olarak kabul edilmesi zor bir seçenek.

Ancak bugün belki de asıl sorulması gereken, ekonomi ve güvenlik konularında işbirliğini ön planda tutan, çıkar temelli ilişki modelinin, Avrupa ile bağların tümden kopmasına kıyasla kötünün iyisi bir alternatif oluşturup oluşturmayacağıdır.

Dünya siyasetinde çatışma riskinin arttığı bir dönemde, Türkiye ve AB radikal terörle mücadele, mülteci sorunu, Suriye’de savaşın sona erdirilmesi, İran’la nükleer anlaşmanın devamı ve İsrail-Filistin meselesi olmak üzere birçok konuda örtüşen çıkarlara, benzer yaklaşımlara sahip. Bu listeye Rusya ile dengeli ilişkiler sürdürülmesi ve enerji güvenliğini de eklemek mümkün.

Kuşkusuz AB’nin kendi içinde çözüm bekleyen ciddi sorunları var. Brexit sürecinin uzun vadede çözülmeyi tetikleyip tetiklemeyeceği halen kestirilemiyor. Avrupalı ülkeler kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde ekonomik kalkınma, demokratik değerler ve tehdit öncelikleri bakımından ayrışıyor. Buna rağmen özellikle ABD’nin tek taraflı dış politika çizgisi BM ve NATO gibi kurumları zayıflatırken, AB bugün liberal demokratik düzenin temsilcisi ve aynı zamanda dengeleyici bir güç olarak karşımıza çıkıyor.

Duygusallığı bir kenara bırakarak, Türkiye ve AB’nin birlikte hareket etmekten ortak çıkar sağlayacağı konuları belirleyip, ilişkileri bunlar üzerinden geliştirmeye çalışmak, gerilimi azaltarak daha olumlu bir gündem yaratabilir.

Tüm bu karamsar tablo içinde, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun Alman meslektaşı Sigmar Gabriel ile Almanya’nın Goslar kentinde yaptığı görüşmede Türkiye-Almanya ilişkilerinin normalleşmesi yönünde karşılıklı atılacak adımların konuşulması, Türkiye-AB ilişkilerinde ibrenin çatışmadan uzlaşmaya döndüğünün göstergesi aslında.

İddia edildiği üzere, geçtiğimiz ekim ayında Almanya eski Başbakanı Gerhard Schröder arabuluculuk için devreye girmiş ve ilişkilerdeki buzlar kırılmaya başlamıştı. Yılsonu tutuklu gazeteci Deniz Yücel’in tecrit haline son verilmiş, ilerleyen günlerde de üç vatandaşının tahliyesi izlemişti.

Almanya ile ilişkiler rayına oturduğu takdirde -ki kurulacak hükümetin yapısı da ilişkiler üzerinde belirleyici olacak- açılmayı bekleyen müzakere başlıkları konusunda bir etkisi olmasa dahi, başta Gümrük Birliği modernizasyonu olmak üzere Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu gelişmeleri beraberinde getirebilir.

Bu bağlamda, geçtiğimiz aralık ayında 25 ülkenin katılımıyla yürürlüğe giren ve üçüncü ülkelerin katılımına açık olan Daimi Yapılandırılmış İşbirliği (PESCO) Avrupa ortak savunma girişimini de, ilişkilerde güvenin tesis edilmesine paralel, Türkiye-AB işbirliğinin geliştirebileceği alanlardan biri olarak sayabiliriz.

Türkiye’nin Avrupa çıpasını muhafaza etmesi, dış politikada savrulmanın önüne geçebileceği gibi; ekonomik ilişkilerin derinleşmesi birçok alanda arzu edilen kapsamlı reformların hayata geçirilmesinin yolunu açabilir. Türkiye-AB arasındaki diyalog kanallarının açık tutulması, kültürel etkileşimin devamını sağlayarak, uzun vadede demokratik dönüşüme katkı sağlayacaktır.