Michel Hazanavicius’un “GODARD ve BEN”i, yönetmenle 12 yıllık bir evlilik yaşayan Anne Wiazemsky’nin otobiyografik anılarını anlatıyor

Viktor APALAÇİ Sanat
20 Aralık 2017 Çarşamba

‘LE REDOUTABLE’

 

Yön. ve Sen: Michael Hazanavicius

Gör Yön: Guillaume Schiffman Dekor: Christian Manti, Kurgu: M. Hazanavicius- Anne Sophie Bion, Oyn: Louis Garrel- Stacy Martin – Berenice Bejo – Micha Lescot – Gregory Cadebois – Micha Lescot – Jean Reve Mocky – Guido Caprino

 

 

Michel Hazanavicius’un senaryosunu yazıp yönettiği ‘Godard ve Ben / Le Redoutable,’ konusunu Yeni Dalga Akımının kuramcısı, gözde yönetmenin 12 yıl evli yaşadığı aktris Anne Wiazensky’nin ‘Un An Apres’ adlı otobiyografik romanından alıyor.

Film, sanatçının kariyerindeki ilk önemli fiyaskosu ‘Çinli Kız / La Chinoise’in 1967’deki çekim aşamasında başlıyor ve yarısına yakınında Mayıs 1968 olayları sırasında yaşananları anlatıyor. Filmin başrolünü oynayan, kendinden 20 yaş küçük Anne Wiazemsky’e âşık olan Godard onunla evlenir ve ertesi yıl baş gösteren Mayıs 68 olaylarını onunla birlikte yaşar.

Paris’te Nanterre’de başlayan öğrenci hareketlerine ateşli bir militan olarak destek verip katılan Godard’ın mayısın ilk günlerinde, Cannes Film Festivaline (karısına uyarak) kerhen gittiğini anlatıyor film.

Hem sinemasal bir aşk hikâyesi hem de efsane yönetmene ithaf edilmiş bir saygı duruşu olan ‘Godard ve Ben’, sanatçının kişiliği hakkında da önemli tespitler yapıyor.

‘Serseri Aşıklar / A Bout de Souffle’ (1965) gibi başyapıtların yaratıcısı olarak 50’li yıllarda kendinden çok söz ettiren Godard’ın hayatında, 1967’den sonra radikal değişiklikler oldu. Maoist yanıyla öne çıkan ‘Çinli Kız / La Chinoise’ (1967), yönetmeni Marksist sinemanın önde gelen kişisi yapar.

Michel Hazanavicius Cannes’daki basın toplantısında, “Jean Luc Godard’a senaryomu yollamış, filmim tamamlandığında bir projeksiyonda birlikte izlemeye davet etmiştim. Cevap alamadım. Zaten beklemiyordum” dedi.

“YAHUDİLER DÜNÜN NAZİLERİDİR”

‘Çinli Kız’ı Çinliler dahi beğenmez. Kendini dünyanın merkezi sayan, ego patlaması yaşayan, her geçen gün daha kırıcı olan, bencilliği tavan yapan Godard’ın, bu son filminin eleştirmenler ve seyirciler tarafından beğenilmemesi üzerine saldırgan tutumunu arttırdığını görürüz.

Filmde şöyle bir sahne var: 1968 Cannes Festivalinin yarıda kalmasıyla Godard ve çevresi arabayla Paris’e dönmektedir. Godard herkesi fırçalamakta sınır tanımamaktadır. Cannes’de yarışmaya seçilen filmi ‘Les Gauloises Bleus’un gösterilmemesi üzerine tanıtım fırsatını kaçıran, mutsuz olduğunu söyleyen yönetmen arkadaşı Michel Cournot’yu Godard tersler; “Zaten filmin matah bir şey değildi” diyerek. Meslektaşının huyunu bilen Cournot yutkunur, sesini çıkaramaz.

Filmin en çarpıcı sekanslarının birinde, üniversite anfisinde toplanan gençlere katılan, destekleyici konuşmaları yürekten alkışlanan Godard’ı, olaylar sonucu De Gaulle’un istifasından sonra, zafer sarhoşluğu içinde yaptığı konuşmada, çizmeyi aşıp, maksadını aşarken görürüz.

Nanterre’de 68 Mayıs sonrasında, Filistinlilerin hakkını koruma adına yaptığı bu konuşmada, Godard “Bugünün Yahudileri dünün Nazileridir” diyordu.

Alkışlanmaya, tasvip görmeye alışık Godard, öğrencilerin dinmeyen protestoları, yuhalanmaları ve mikrofonun elinden alınmasından sonra, salondan çıkmak zorunda kalıyor.

Moralini düzeltmesi için kendisini Roma’ya davet eden İtalyan dostu Bernardo Bertolucci ve eşine sebepsiz yere hakaret eder. Yine kendisine hayranlığını belirten çizgi dışı yönetmen Marco Ferreri’nin, karısı Anne’a ‘İl Seine dell’Uomo’ (1969) filminde başrolü oynaması için yaptığı teklifi kerhen kabul eder. Ancak filmin çekildiği günlerde İtalya’ya gidip yaptığı aksiliklerle karısını çıldırtır, Marco Ferreri’ye de alenen hakarette bulunur.

İtici, bencil, antipatik, asosyal kişiliğiyle, dava arkadaşları dâhil, çevresini sürekli kırmış, herkese tepeden bakan megalomanisiyle, Leman Gölünün kıyısındaki Roelle kasabasında, gözlerden uzak bir hayata kendisini mahkum etmiştir.

Doktor bir babanın oğlu olan Jean – Luc, Fransa’da Monod adlı bir bankanın sahibesi olan annesi sayesinde hayatının hiçbir döneminde maddi sıkıntı yaşamamıştır.

‘Çılgın Pierrot’yu canlandıran Jean-Paul Belmondo ile filmin çevrimi sırasında, ‘Dedektif’in aktörü Johnny Hallyday ile yumruk yumruğa kavga etmiştir.

SİNEMA TARİHİNİN EN ANTİPATİK KARAKTERİ    

68 olaylarıyla birlikte sanatını ve varlık nedenini tekrar inşa sürecine giren, devrimci, sıra dışı, yıkıcı, parlak zekâlı Godard, değişen yargıları ve seçimleriyle bir kırılma noktasına varır.

Politik ortama paralel olarak Godard kendini sorgulama ihtiyacını hisseder.

‘Godard ve Ben’in fragmanında, çözülmesi güç bir karakter olan yönetmen şu sıfatlarla tanımlanıyor: “Dahi-devrimci-parlak-guru-mağrur-karizmatik-maestro-şaşırtıcı-solcu-esrarengiz-mitik-sınıflandırılamayan-politik-nefret edilen.”

Filmde Godard’ın oyuncuları hakkında neler düşündüğünü öğreniyoruz; “Gerçek aktörlerin birer pislik olduğunu düşünüyorum. Onları küçümsüyor, saygı duymuyorum. Onlara ağlamalarını söyle ağlarlar, gülmelerini söyle gülerler. Onlar özgür insanlar değiller.”

Hazanavicius sinema tarihinin en kibirli ve en sevimsiz figürünün portresini çizdiği filmde, Mayıs 68 olaylarına gelişiyle Godard’ın devrim düşüncesiyle fazla meşgul olmasıyla, evliliğini ve eşini ihmal edip, farklı bir insana dönüştüğünü anlatıyor.

Godard’ı canlandıran Louis Garrel kariyerinin en iyi performansını çıkarırken, Lars Von Trier’in ‘İtiraf’ından tanıdığımız Stracy Martin ondan aşağı kalmıyor.

MAYIS 68’i CANNES’DA YAŞADIM

Rahmetli Tuncan Okan’la, Mayıs 68’de Cannes’da bulunan iki Türk gazeteciden biriydim. Tarihe ‘yarıda kalan festival’ olarak geçen 1968 Cannes Film Festivali, 18 Mayıs günü olağanüstü bir olay yaşamıştı. Fransa’nın dört bir tarafında, öğrencilerle işçiler öldürülürken, ülkenin bir güney kasabasında bir şenliğin yapılmasını protesto eden, Yeni Dalga Akımının önde gelen yönetmenleri, o gün sebebiyet verdikleri bir olayla festival yarıda kalıyordu.

Protestocuların arasında başı çeken Jean – Luc Godard, François Truffaut ve Louis Malle’in yardımıyla, günün ilk basın projeksiyonunu yapacak olan perdenin açılmasını engellemişti.

Carlos Saura’nın ‘Peppermint Frappe’ adlı filminin gösterimini anlatan protestolar yüzünden başlayamıyordu. Claude Lelouche, Jacques Rivette, Jean Pierre Leaud gibi Fransız meslektaşlarına destek veren Milos Forman, Roman Polanski gibi yönetmenler, “Lumiere Kardeşler”in adını taşıyan salonun kırmızı kadife perdesine asılarak açılmasını engelliyordu.

Nitekim kadife perdeye yansıyan jenerik yazıları akarken projeksiyon durduruldu. Son noktayı “1968 Festivali’nin kapanışını ilan ediyorum” diyen Festival Başkanı Faure Le Bret koydu.

Michel Hazanivicius’un ‘Godard ve Ben / Le Redoutable’ını izlerken Mayıs 68’i bir daha yaşadım. Aktris Anne Wiazemsky ile evliliğinin ilk yılında, Paris’te Nanterre’de başlayan öğrenci hareketleri ve ateşli bir militan olarak destek verip katılan Jean – Luc Godard, mayısın ilk günlerinde Cannes’a (karısına uyarak) gittiğini anlatıyor film.

Karı koca Cannes’da ünlü gazeteci Pierre Lazareffe’in deniz kıyısındaki villasında kalıyorlar. Hazanavicius, Cannes’da festivalin yarıda kalmasına birinci derecede rol oynayan Godard’ın katkısını senaryosunda işlemede işin kolayına kaçıyor.

Olayları canlandırma ile değil, Anne Wiazemsky ve arkadaşlarının kaldıkları evde dinlemekte oldukları radyo haberlerinden anlatıyor. Cannes sokaklarında yaşanan öğrenci yürüyüşleri, onlara destek veren sinema adamlarının yaptıkları ateşli toplantıların hiçbiri filmde yok.

Godard’ın o dönemde yaşadıklarını anlatmak gayesiyle yapılan filmde, olayı görüntülerle yerine ajans haberleriyle geçiştirmek, kolaycılığa ve ucuzluğa kaçmak, dört Oscar ödülü kazanmış bir yaratıcı yönetmene hiç yakışmıyor.

France Soir’ın kurucusu, Elle’in yöneticisi, ‘Cherbourg Şemsiyeleri’nin yapımcısı Pierre Lazareffe’in evinde misafir kaldığında dahi, kendisine (gıyabında da olsa) hakaret eden, herkese tepeden bakan, küçümseyen, kendinde aşırı güçler gören Godard, genel grevin ilan edilmesiyle, elinden hiçbir şey gelmeyen adama dönüşüyor.

Uçakların, trenlerin grevine benzin istasyonlarının katılmasıyla, deposu dolu arabası olanlar hariç, festival için gelenler Cannes’da hapis hayatı yaşamaya mahkûmdu.

Filmde gördüğümüz kadarıyla, villanın bekçisi günler süren bir arayıştan sonra tedarik ettiği benzinle, misafirleri Paris’e götürebiliyor.

Aynı kaderi paylaşan biri olarak, Godard’dan daha becerikli çıktığımı söyleyebilirim. Ben grevin ilk gününde, taksi durağındaki tanıdık şoför Mösyö Georges sayesinde yola çıkıp Cenevre’ye ulaşabilmiştim. Mösyo George kötü günler için evinin banyo küvetinin içinde sakladığı benzin dolu iki jeriken kurtarıcımız olmuştu.

Cahiers da Cinema eleştirmeni iken, kendi yazdığı senaryolardan yönetmenliğe geçen, bugün 87 yaşında olan Jean-Luc Godard sinema tarihinin en tartışmalı isimlerinden biridir.

2014 Cannes Film Festivali jürisinin ‘Adieu Au Langage’ filmi için kendisine verdiği ödülü almaya gelmemişti. Halbuki o ödül Cannes’da sekiz kez yarışan Godard’a verilen tek ödüldü.

Cannes’ın parlattığı bir yönetmen olan Michel Hazanavicius, dünya prömiyerini bu festivalde yapan ‘Artist’ ile şöhrete ulaşmıştı. 1967 Paris doğumlu, Yahudi kökenli bir Litvanya ailesinin oğlu olan yönetmen 2011’de En İyi Yönetmen Oscar’ını kazandı. Filmi, sesli sinema döneminin En İyi Film Oscarını alan ilk film oldu. Oyuncusu Jean Dujardin’i En İyi Aktör, kostüm tasarımcısı Mark Bridges ve müzik partisyonunu hazırlayan Ludovic Bource’u Oscar sahibi yaptı.

Üç yıl aradan sonra yaptığı ‘Arayış / The Search’ ve bu yılki ‘Godard ve Ben’ Cannes’da dereceye girmedi. ‘Artist’in sağladığı prestijin mirasını Hazanavicius hızla tüketiyor.