Vertigo

Çeşitli acılar ve soykırımın insanlar üzerinde yarattığı travma da, tıpkı genetik hastalıklar gibi nesilden nesle geçiş sağlıyor. Kendimden ve çevremdeki birçok kişiden yola çıkarak gözlemlediğim bu durumu artık bilim insanları da çalışmalarıyla doğruluyorlar.

Perspektif
6 Aralık 2017 Çarşamba

Gül Korkmaz

 

 

Ağaçlar yaşamaya devam ederken, doğan ve ölen tüm insanlar...

Şurada bir yerlerde ben doğdum

Senin için sadece bir andı

Ve şurada bir yerlerde öldüm

Fark bile etmedin

Vertigo (1958) Alfred Hitchcock


Çeşitli acılar ve soykırımın insanlar üzerinde yarattığı travma da, tıpkı genetik hastalıklar gibi nesilden nesle geçiş sağlıyor. Kendimden ve çevremdeki birçok kişiden yola çıkarak gözlemlediğim bu durumu artık bilim insanları da çalışmalarıyla doğruluyorlar.

Etnik kimliğimi ve kökenimi, atalarımın ve ninelerimin gerçek yaşam öykülerini 28 yaşımda öğrendim. Pek şaşırmadığımı hatırlıyorum. Bilakis rahatlamış, birçok soruma yanıt bulmuştum. Ruh halimin gelgit hallerinden, iki yükselme bir alçalma durumuna bir açıklama getirebilmiştim.

‘Normal’ seyrinde devam eden hayatları yıkıma uğratan acılar gerçekten genetik geçiş sağlar mı? Böyle aktif bir psikolojinin, ruh hali transferinin iyi bir örneğine Alfred Hitchcock'un 1958 tarihli

‘Vertigo’ filminde rastlarız. Film San Francisco'da geçer. Kadın haklarının yeterince tanınmadığı bir dönemde ‘kahramanımız’ Madeleine'in (Kim Novak) büyükannesi Carllotta Valdes (Üzgün Carlotta) eşi tarafından çocuğu elinden alınarak sokaklara terkedilir. Carlotta'yı eşi o bir kabarede dans ederken ve şarkı söylerken tanımıştır. Onu oradan alır ve şehre epey bir  uzaklıkta misyon bölgesinde onun için inşa ettirdiği bir evde birlikte yaşamaya başlarlar. Carlotta çocuğu elinden alınınca ve sokaklara terkedilince bu acıya dayanamaz ve aklını yitirir. Ve tam 26 yaşında intihar ederek hayata veda eder. Eh işte, kahramanımız Madeleine büyükannesinin annesi olan Carlotta Valdes'in hazin yaşam öyküsünün hiçbir ayrıntısını bilmemesine rağmen tam 26 yaşında bir anda garip hareketler sergilemeye başlar.

İlk olarak bilinçsiz bir halde bir müzeye gider. Büyükannesinin resmedildiği tablonun karşısında oturur ve onu uzun uzun izler. Yine ne yaptığını bilmez bir halde ninesinin mezarını ziyaret eder. Ve oradan da ninesinin yaşadığı, sonradan otel olarak kullanılan evine gider. Nihayetinde, San Francisco Körfezinde denizi izlerken kendini bir anda soğuk sulara bırakır.

Filmin hikâye örgüsünde elbette ki bunların hepsi birer kurgudur. Bir cinayet planının film içindeki tiyatrosu, kandırmacası da diyebiliriz tüm bunlara. Oldukça mamur, hatta gösterişli ve sıkıntısız bir hayat sürerken bile çoğumuzda bir anda beliren iç sıkıntısı, buhran, kritik düzeyde azalmış yaşama sevincini türlü türlü sebeplere yorarız. Şengal'de insanlar, çoluk çocuk soykırım tehdidiyle dağlara kaçışırken ve susuzluktan ölürken, en derinimizde hissettiğimiz sızının bilindik hümanizmadan kaynaklandığını düşünürüz. Suriye'den savaştan kaçanlar denizi aşamayıp boğularak öldüklerinde, inançları nedeniyle insanlar ötekileştirildiğinde ve dışlandığında bu haksızlığa ve vicdansızlığa karşı koyarız. Kimi bir STK'da kimi insan hakları kuruluşlarında tüm bunlarla mücadele ederiz. Bazılarımızı bazılarından ayıran, yaşanan trajik olaylar karşısında savunmaya ve mücadeleye sevk eden tek olgu hümanizmdir diyebilir miyiz? Benliğimiz şimdilerde yaşanan acıları ve sıkıntıları geçmişimize dayanarak tanıyabilir mi? "Damdan düşenin halini en iyi damdan düşenler anlar" derler ya. Tıpkı o misal. Kendimiz atalarımıza oranla daha düşük yoğunluklu bir dışlanmaya uğrasak, acılarımız onlarınkiyle kıyaslanmayacak denli hafif olsa da genetik mirasımız olaylara geniş bir spektrumdan bakmamızı sağlayabilir mi? Yeryüzünde geçmişten bugüne bir grup insanın hep mağdur ve hem mazlum, bir grup insanın da hep zalim ve zorba ve acılara duyarsız olduğu söylenebilir mi? Mazlum ve mağdur olma hali insanı, daima korkuya ve  gizlenmeye sürükler. Tersinden zalimler ve zorbalar daima girişken, aleni ve korkusuzdurlar. Acılar ve yaşattığı travma etkisi genetik geçiş sağlıyorsa şayet, insanları kötülüğe iten onları zorbalığa iten motivasyon kaynakları da onlara atalarından mirastır diyebiliriz. Bu, bitmeyen savaşların ve katliamların döngüsüne bir açıklama getirebilir pekala. Etnik kimliğini bilerek ya da bilmeyerek yaşamı, insan haklarını savunan, doğacıl ve çevreci bireylere baktığımda çok idealist bir tavır ve adanmışlık görüyorum. Âdeta atalarının yaşadıklarını sorgulamak, bununla toplumun diğer tüm kesimlerini yüzleştirmek ve bu sorunları arkalamak niyetinde gibiler.

Yurdumuzdan uzakta başka herhangi bir yerde bir terör saldırısında, bir depremde yahut bir kıtlık durumunda insanların acısını yüreğimizde duyabiliyorsak, onlara yardım elimizi uzatabiliyorsak bizleri birbirimize bağlayan ve henüz bilimsel olarak açıklayamadığımız bir bağ vardır muhakkak. Kanadı incinen bir kelebek, tecavüze uğrayan bir köpek ve yaşlanıp kurumaya fırsat bulamadan kesilen ağaçlar, insanlığımız, kırılganlığımız üzerinden bağ kurduklarımızdır.

Yine filmin başka bir sahnesinde Dedektif Scotti Madeleine'i sekoya ormanına götürür. Sekoyalar en az 2000 yaşındadır. Madeleine bir sekoyanın halkalarına işlenmiş zaman çizelgesinde doğduğu ve öldüğü zaman aralığını işaret eder. Freudian Hitchcock büyük bir ustalıkla bir çok imgelemi daha harekete geçirir bu filmiyle.