Sürükleye sürüklene!

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
21 Kasım 2017 Salı

Cumhurbaşkanı’nın yakın zamanda yaptığı açıklamayı şaşkınlıkla izledim. Kitlelerin nabzına göre yaptığı konuşmalardan biri olduğu varsayılsa bile işaret ettiği yerler ve zamanlaması tuhaftı. Hatta daha ötesinde çanların kimin için çaldığı da öylece ortada kaldı. Bir kıvılcım yakıldı belki sonrasında gelecek tepkilere göre şekillenmesi planlanan… Ya da yol haritasına ilişkin önemli ilk açıklamalardı! Ancak tartışılmaya muhtaç bu açıklamaların hedefine nasıl bir Türkiye oturtuldu? Tam olarak merak edilen de bu! 

Erdoğan, 2019'un kırılma noktası olacağını belirterek, "2019 unutmayın bir kırılma noktasıdır. Mart 2019'da belediye seçimlerini yapacağız, Kasım 2019'da cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle bir reform, inşallah bunu gerçekleştireceğiz. Artık her şey eskisi gibi olmayacak, daha değişik bir sürecin içerisine gireceğiz ve bu sürece damgayı şu karşımdaki topluluk vuracak. Ben sizde bunu görüyorum” ifadelerini kullandı.

İlk bakışta açıklamalarından çıkardığım izlenim, değişimi, başkanlık seçimlerine bağladığı yahut belediye seçimleriyle beraber kökten bir dönüşüme imza atılacağı olabilirdi. Ancak 2019’u sadece değişim ve dönüşüm değil, “kırılma noktası” ilan etmesiyle dikkatleri, Erdoğan’ın henüz bilinmeyen kendi tasavvurundaki Türkiye öngörüleri üzerine çekti.

Bu sözleri, Erdoğan’ın yıl dönümlerine verdiği önemden yola çıkarak değerlendirmek gerekir belki de. Hatırlayacaksınız her fırsatta 2023 vurgusu yaparak Türkiye’nin vizyonunu ortaya koyuyor. Nasıl güçlü bir Türkiye istediğini son zamanlarda detaylandırarak anlatmıştı. Hatta o vizyonun içine seneler önce koyduğu başkanlık meselesi bugünkü gerçeğimize dönüştüğüne göre, bahsettiği kırılma noktası bize neyi ifade eder? Üstelik ekonomiden gelen kırılma sinyallerini göz önünde bulundurursak, gerçek kırılmanın adresi ve merkez üssü konusunda fikir ayrılığına da düşebiliriz.

Öte yandan 2019 deyince akıllara 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı mücadelesi geliyor. Tam yüz yılını doldurmuş olacak. Herkesin çok iyi bildiği gibi 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın temellerini attı.

Milli Mücadele’nin, Atatürk tarafından dile getirilen hikâyesinin ilk cümlesi, “1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” diye başlar. Diğer bir deyişle, 19 Mayıs 1919, Milli Mücadele’nin fiilen başladığı tarihtir.

Mustafa Kemal, o tarihte Mücadele bayrağını açıp özgürlük ateşini yakmasaydı, milletçe tarih sahnesinden silinecek, egemenlik ve bağımsızlığımızı kaybedecektik. Her türlü olumsuzluğa rağmen yüksek bir vatan sevgisi ile çıktığımız yolda, bir taraftan düşmanla savaşırken, bir taraftan da 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarak Cumhuriyet’e giden yolda önemli bir adım daha attık. Böylece hem mevcut tek kişi yönetimine son verileceğinin ve egemenliğin Türk milletine geçeceğinin mesajlarını verdik, hem de Milli Mücadele’nin arkasında millet iradesinin olduğunu bütün dünyaya göstermiştik. Lozan Barış Antlaşması ile de, bütün dünyaya, varlığımızı ve vatanımızı kabul ettirdik. 19 Mayıs 1919’da başlattığımız Milli Mücadele’yi 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak taçlandırdık.

Ancak bugünün Türkiye’sinde gelişme kaydedemediğimiz alanlarda yitirdiğimiz saygınlığımızın yanı sıra eksenimizin yönü de tartışmaya açıldı. Değişim istemeyen katı yaklaşımları göz önüne almak elbette doğru değil. Ancak bazı değerler var ki, oralara çatlak girdiğinde yahut kırılma noktaları o değerlerin üzerine geldiğinde artık geriye dönüş olmayacaktır.

Dolayısıyla 2019’un Erdoğan’ın deyimiyle hangi açıdan “kırılma noktası” olduğuna açıklık getirmesi gerektiğine inanıyorum. Bu açıklamasının özellikle belli saflarda endişe uyandırdığını söylemek de yerinde olur. Üstelik son zamanlarda yapılan Atatürk vurguları da eklenince kafası karışık bir açıklamalar yumağıyla baş başa kalıyoruz.

Lakin tüm bunların yanında geçirdiğimiz travmanın özeti de mutluluk vaat etmiyor… Bir ülke düşünün ki, değişimi adeta saçlarından sürüklene sürüklene yaşıyor. Milletin tepkisi atalete uğradığından ayrıca toplum derinden çürüyor. Birileri yanlış yaptı diye toptan Nato’ya karşı hale gelinebiliyor. Döviz alıp başını giderken, ‘gitme dur daha şimdiden deliler gibi özledim’ demek bile gururuna dokunuyor. Kıskanılan ülke olmak hoşumuza giderken kıskanılacak neremiz kaldı diye sormak zaten pek işimize gelmiyor. Amerika gibi bir ülkeyle hangi dayanak şartlarında olduğunu çözemesem de didişmekten vazgeçilmiyor. Avrupa ile atılan köprüleri düşününce tüylerim diken diken oluyor...

Bir toplum düşünün ki, seyirci olmayı alışkanlık haline getirmiş. Dizi seyreder gibi ülkenin halini izliyor. Bazı meslektaşlarımı düşünüyorum ki, içeride neden yattıklarını hala kimse bilmiyor. Bir adalet düşünün ki, terazisinde ölçü kalmamış ayarları hepten bozulmuş. Ve bir ülke düşünün ki güce tapmaktan hiç vazgeçmemiş… Bunca zaman mış gibi yaşamış!