Haneke Kendini Tekrarlıyor

Michael Haneke’nin ‘MUTLU SON’u insanları huzursuz eden sinemasının yeni bir örneği

Viktor APALAÇİ Sanat
25 Ekim 2017 Çarşamba

Mesafeli, sert, rahatsız edici, buz gibi soğuk bir sinema diliyle, Avusturyalı usta modern toplumdaki insanların bunalımlarını çıplak bir gerçekçilikle sergilemeyi sürdürüyor. Filmin odağında yine burjuva konformizmini her yönüyle yaşamaya çabalayan, dünyada olup bitene duyarsız bir aile var. Calais’li rahat ve müreffeh hayatlar süren bireylerden oluşan inşaatçı zengin ailede herkes mutsuz ve sorunlu. Haneke son yıllarda iyice ayyuka çıkan mülteci sorununu filmin arka planında işliyor. Eski başarılı filmlerine referanslar getiren ‘Mutlu Son’da bazı şeyleri görmek istemediğimizi, körleştiğimizi iddia ediyor. Ancak tekrarlara düştüğü için eski filmlerinde olduğu ölçüde etkileyici olamıyor.

 

Michael Haneke‘Mutlu Son/Happy End’ ile yaşadığı topluma, üç maymunları oynayarak, sağır, dilsiz ve kör gibi davranan Kuzeyli zengin bir Fransız ailesi üzerinden, insanları huzursuz eden sinemasının yeni bir örneğini veriyor.

Mesafeli, sert, rahatsız edici, buz gibi soğuk bir sinema diliyle Avusturyalı usta modern toplumdaki insanların bunalımlarını çıplak bir gerçekçilikle sergiliyor.

Fransa’daki göçmenlerin İngiltere’ye geçiş noktası olan Calais’yi fon olarak kullanan Haneke, ‘Mutlu Son’ ile sosyopolitik bir kontekstte, Fransa’da çevirdiği ilk film olan ‘Code Inconnu’deki (2000) göçmen sorununu işleyen ikinci filmini yapıyor.

Filmin odağında, yine burjuva konformizmini her yönüyle yaşamaya çabalayan, dünyada olup bitene duyarsız bir aile var.

Calais’de muhteşem bir malikânede, üç kuşak bir arada yaşayan milyarder, inşaatçı bir burjuva aileyi tanıtmakla başlıyor film.

Çok geçmeden dışarıdan bakıldığında bolluk içinde, oldukça rahat ve mutlu hayatlar süren bireylerden oluşan ailede herkesin mutsuz ve sorunlu olduğunu görürüz.

Ailenin 85 yaşındaki büyüğü George Laurent (Jean-Louis Trintignant) yaşama sevincini kaybetmiş, intihara meyilli bir ihtiyar. Sorunlu karısını boşamış, yeni bir evlilik kurmasına rağmen gözü dışarıda, yeteneksiz doktor oğlu Thomas’ın (Mathieu Kassovitz), metresinin varlığını keşfetmiş, 13 yaşındaki kızıyla başı derttedir.

Eve (Fantine Harduin) adlı bu kız, depresif annesini uyku ilaçlarıyla öldürüp, olaya intihar süsü vermiştir. Beklenmedik olaylar neticesinde, ailenin yaşamına dâhil olan Eve, diplerde saklanmış bütün sırların ve sorunların su yüzüne çıkmasına neden olacak olaylar zincirini başlatacaktır. Bu sırlar ve aile sorunları artık başa çıkılabilecek gibi değildir.

Ailenin temel direği, bütün gedikleri kapatmaya koşan, aile şirketinin hisselerini bir İngiliz şirketine pazarlama aşamasında olan abla Anne (Isabelle Huppert), bu çöküşü durdurabilecek midir?

TRİNTİGNANT’IN VEDA FİLMİ Mİ?

Haneke son yıllarda iyice ayyuka çıkan mülteci sorununu filmin arka planında işliyor. Avrupa eski Avrupa değil, şehirler onları soyut duvarlarla uzak tutmaya çalıştıkları ‘işgalci’ göçmenlerle dolu.

Evlerine birkaç kilometre mesafedeki toplama kamplarında yaşayan çaresiz göçmenlere tamamen ilgisiz davranan Laurent ailesinin tek duyarlı bireyi, Anne’in oğlu Pierre’dir. Kendisi filmin final sekansındaki görkemli davete, civardan topladığı gariban göçmenleri getirince, aile efradı büyük bir şok yaşayacaktır.

Haneke filmindeki Kuzey Fransalı burjuva ailesini, intiharın eşiğine gelmiş bir aile olarak sunuyor. Günümüz insanının sosyal ilişki kurmada zorlandığını söyleyen yönetmen, “Filmin konusu otizmdir” diyor.

Altın Palmiye Ödüllü ‘Aşk’ filminin iki oyuncusu Jean-Louis Trintignant ile Isabelle Huppert ‘Mutlu Son’da da baba-kız rollerini sürdürüyorlar. Beş yıl önce Cannes jürisi başkanı Nanni Moretti ‘Aşk’ın aldığı ödülde Trintignant’ın katkısının altını çiziyordu. Bu rol 88 yaşındaki sanatçının muhtemelen ‘veda rolü’.

Huppert’in bilinen rahatlığıyla (bilhassa finaldeki nişan töreninde) rolünün hakkını verdiği filmde öne çıkan, çocuk oyuncu Fantine Harduin oldu. Melek yüzlü, katil ruhlu Eve’i canlandıran sarışın aktris, gözüktüğü sahnelerde deneyimli oyunculardan rol çalıyor.

Ünlü yönetmen- aktör Mathieu Kassovitz, aynen canlandırdığı Thomas gibi donuk, silik ve etkisiz.

Haneke, eski başarılı filmlerine referanslar getiren ‘Mutlu Son’da bazı şeyleri görmek istemediğimizi, körleştiğimizi iddia ediyor. Ancak tekrarlara düştüğü için, eski filmlerinde olduğu ölçüde etkileyici olamıyor.

Her şeye rağmen ‘Mutlu Son’, deniz kıyısındaki görkemli final sekansı ile izlenmeyi hak ediyor.

 

 

RAHATSIZLIK YARATMAKTAN HOŞLANAN FİLOZOF

Yaşıtım olan Michael Haneke, Cannes’da 50 yıl boyunca tanıdığım yönetmenlerin en kibirlisi. 2009 Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ile ayrılan Haneke, bir gün önce dağıtılan FIPRESCI ve Ekümenik Ödüllerini kazandığı için kendisini tebrik eden basın mensuplarına:

“Daha durun bakayım, beni daha çok tebrik etme durumunda kalacaksınız” dediğinde kulaklarıma inanamadım.

Ancak aynı Haneke, bu yıl ‘Mutlu Son’ ile katıldığı Cannes Festivallerinde ödül listesine girmeyi başaramadı.

Filmlerinde insanoğlunun karanlık ve acımasız yönlerini taviz vermeden araştırmasına tanık olduğumuz Haneke, günümüz dünyasına ve insan ilişkilerine en sert eleştirileri getiriyor.

Dengesiz, tekinsiz, sapık ruhlu, çizgi dışı kahramanlar yaratmaktan yorulmayan Haneke, filmlerinde alamet-i farikası olan sorunlu aileler, kuşaklararası intikam, bastırılmış suçluluk duygusunun yarattığı tahribat gibi temaları işlemeyi sürdürüyor.

Kendi anlatımıyla “kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler” yapan Avusturyalı usta, yapıtlarında çoğunlukla modern toplumdaki insanların problemlerini, bunalımlarını çıplak bir gerçekçilikle sergiler. Bu amaç uğruna özenle film müziği kullanmaktan kaçınır.

Kariyeri boyunca ticari sinemanın kodlarına uymayı reddeden, inandığı değerlerden hiç ödün vermeyen Haneke’yi bazı eleştirmenler, bu özellikleriyle Robert Bresson ve Alfred Hitchcock’a yakın buluyorlar.

Bence kariyerinin en başarılı başyapıtı olan ‘Aşk/Amour’da (2012), Haneke, ölüme an be an yaklaşan yaşlı bir kadının kişiliğinde, insanoğlunun ölüm karşısındaki çaresizliğini anlatan filmler arasında, sinema tarihinin en başarılısına imzasını atmıştı.

Eski filmlerinden referans verilecekse ‘Mutlu Son’da aile şirketini yöneten, gerilime tahammülü olmayan, zayıf iradeli Pierre’i, ‘Ölümcül Oyunlar’daki (1997) tatil evine davetsiz gelen iki gence benzetebiliriz. Şeytan ruhlu küçük Eve ise, ‘Piyanist’ (2001) filminde, yetenekli öğrencisinin palto cebine cam kırıkları koyan, Isabelle Huppert’in canlandırdığı piyano öğretmenini akla getiriyor. Yine ‘Mutlu Son’daki Kuzeyli burjuva aile, ‘Saklı’daki (2004) dışarıdan mükemmel görünen, steril, parlak, lekesiz aile reisinin (Daniel Auteuil), aslında göçmenlere karşı dışlayıcı, tahammülsüz, samimiyetsiz kişiliğini hatırlatıyor.

Haneke filmlerinin ortak bir özelliği, yönetmenin kullandığı karanlık, rahatsız edici, öte yandan tuhaf bir mizah anlayışına sahip olan sinema dili.

Haneke, bir suç ve günah atmosferi içinde yaşadıklarını düşündüğü burjuvaların ikiyüzlü riyakârlığını, Luis Bunnel’in ‘Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’ni (1972) akla getiren, ödünsüz ve şamar şiddetinde eleştirilerle dile getiriyor.

‘Mutlu Son’daki aile reisi Georges, hasta karısını bizzat boğarak, torunu Eve, annesini çaktırmadan küçük ilaç dozlarıyla öldürmüştür. Dede-torun tıpkı ‘Ölümcül Oyunlar’daki (1997), tatilini geçirmekte olan mazbut bir ailenin hayatını karartan, melek yüzlü iki beklenmedik misafir gibi, acımasız ve zalim kişilerdir.

Bazı yönetmenlerin kariyerleri boyunca hep aynı filmi çektikleri söylenir. Haneke’yi de o sınıfa dâhil edebiliriz.

Zira suçluluk duygusu yaşayan, psikolojik rahatsızlıkları olan, mutsuz, huzursuz kahramanlar Haneke senaryolarının başkişileri. Burjuva sınıfının yarattığı zararı görmemezlikten gelmesi, kapitalizmin sömürü düzenini sürdürmekteki kararlılığı, Haneke’yi sistemin bu ayrıcalıklı insanlarını, her senaryosunun odağına yerleştirmeye itiyor.