Sahte yağmur sesi

Ferhat ATİK Toplum
6 Eylül 2017 Çarşamba

Ben Adile Naşit’in kuzucuklarındanım. Adımı söyleyip “hadi yatağa” demesini bekleyenlerden. Adım da zor be kardeşim, o kadar bekledim hiç söylemedi. Nur içinde yatsın, dolmadı yeri. Ama o dönemki omuz arkadaşımın adını söyledi. Üstelik iki defa.

Doğru ya şimdi bu da bilinmez. Biz birbirimizin omuzuna elimizi atarak gezerdik en samimi arkadaşımızla. Dejenere olmuş ağızla “kanka” demezdik birbirimize.

İlk arkadaşım Haldun’un adını iki defa okumuştu Adile Naşit ama, onun acısını benim adıma Erol Evgin çıkarmıştı. ‘Sevdan Olmasa’ şarkısında adımı kullanarak. Hani var ya, Ferhat’ın dağları delen sabrı olmasa...

Adile Teyze’nin harika kalplerimize yerleşen TRT deneyiminden etkilenmem bir yana, televizyon ekranında gördüğüm ilk renkli görüntü, canlı olarak yayınlanan ve şimdilerde ölümünden 20 yıl sonra bile, sansasyon yaratmayı başarabilen Lady Diana’nın, kepçe kulaklı prensle evlenmesiydi. Duvağının uzunluğu, ne olduğunu daha tanımlayamadığımız ‘paparazzi gündemi’nin konusu olmuştu.

Reklamların ezici etkileri hissedilmeye başlamıştı ki, banker reklamları ortalığı kırdı geçirdi. Çiklet reklamlarının yasaklandığı günlerdi bunlar.

***

‘Çalıkuşu’ bir muhteşem romanın, bir muhteşem yazarın, Reşat Nuri’nin sonsuzlaştığı bir diziye dönüştürülmüştü o günlerde. Oysa şimdi yayınlansa izlenmez, çünkü nerede güleceğimizi vurgulayan gülme efektleri olmadan dizileri anlayamaz olduk, hem Kıraç da çocuktu o zamanlar. Bir Sezen Aksu vardı.

Orhan Gencebay yasaklıydı, Bülent Ersoy’sa sürgünde. İbrahim Tatlıses Urfa’da süren Oxford kampusunda ırgattı. Sezen Aksu’nun iki şarkılık albümüne 45’lik denirdi. ‘Single’ denmezdi.

Hiç eksikliklerini hissetmemiştim, arabeskçilerin ve yasaklıların. Bülent Ersoy’un eski anlamını gözümde yitireceği bir jüri üyesi, bir Hindistan gezgini olmadığı zamanlardı.

Arı Maya, Değiş Tonton, Clamentine arayı kapatmaya, eksikliklerini gidermeye yetmekteydi, bana göre. Boyun henüz bir metre küsurken ve kulaklarım Prens Charles’la yarılırken.

***

İşte o ara süzüldü ve salonumuzun en başköşesine yerleşti televizyon. O saf ve eğlenceli görünümüyle geldi. Sonrasında salonumuzdan yatak odalarımıza, mutfaklarımıza sızdı. Şimdi her evin en az iki odasında, bilgisayarımızda, tabletimizde, telefonumuzda duygularımızı sömürüyor, kan ve gözyaşı ile, odağımıza oturup ilişkilerimizi kısıtlıyor. Dünyayı ayağımıza getiriyor diye sevinirken, o salonumuzun ortasında şiddeti, ölümü, kavgayı körüklüyor.

Özel hayatları hiçe sayıp, sanatçıların en mahrem anlarını evimize taşıyor.

“Acı var mı?” diye soran manipülasyon ve acıtasyon ustasının kurgu acılarla evimize gelmesini istemediğim kadar özlüyorum, radyo günlerini.

Radyo tiyatrolarını hatta. Yağmur sesi için, şimdilerde ‘analog’ denen, bildiğimiz eski teyp kasetlerinin bantlarını yerlere doldurup üzerlerine basan radyo ses efektçilerini ve benim o sesi gerçekten yağmur sandığım TRT’nin ilk radyosundan ‘arkası yarın’ları dinlemeyi. Özlüyorum bunları.

O günlerde kandırıldığım tek şeyin, yayında sahte olan tek şeyin, yağmur sesi olduğunu bile bile özlüyorum.

Yayın yoluyla kandırıldığım tek şey bu yağmur sesi olsaydı keşke. Ama değil. Artık değil.