Charlottesville’deki saldırılar neden hafife alınmamalı?

Selin NASİ Köşe Yazısı
16 Ağustos 2017 Çarşamba

ABD Başkanı Donald Trump seçim kampanyasında ektiklerini biçiyor.

Amerika’nın Virginia eyaletine bağlı Charlottesville şehri, geçtiğimiz hafta sonu ‘beyazların üstünlüğünü’ savunan ırkçı gruplar ile onları protesto etmek için sokağa inen ‘faşizm karşıtları’ arasında çıkan çatışmalara sahne oldu.

Göstericiler ellerinde Gamalı Haçlı Nazi flamaları ile Hitler dönemini hatırlatan “Heil, Trump!” “Kimse yerimizi alamaz! Yahudiler yerimizi alamaz!” şeklinde sloganlar attılar. Neo-Nazi sempatizanı olduğu öğrenilen bir kişi arabayı protestocuların üzerine sürerek bir kişinin ölümüne, birçoklarının da yaralanmasına sebep oldu. Olayların kontrolden çıkması üzerine Virginia valisi olağanüstü hal ilan etmek zorunda kaldı.

Protestoları tetikleyen Emancipation Parkındaki Konfederasyon ordusunun komutanı Robert E. Lee’ye ait heykelin kaldırılması planıydı.

Eğitimli nüfusu ve ekonomik olarak gelişmiş kuzeyi ile muhafazakâr güneyden oluşan Virginia, aslında bir yüzüyle liberal bir yüzüyle muhafazakâr, önceki iki başkanlık seçiminde de Demokrat Parti’ye oy vermiş bir eyalet. Bununla birlikte, Amerikan İç Savaşı’nda tarıma dayalı ekonomileri sebebiyle köleliği savunan güney eyaletlerinin bağlı olduğu Konfederasyon’un başkenti olan Virginia ırkçı hareketler açısından simgesel bir öneme sahip. Nitekim daha geçen ay Klu Klux Klan yine Charlottesville’de bir yürüyüş düzenlemişti.

Charlottesville’deki çatışmalar, Amerikan toplumu içinde, katlanarak büyüyen ekonomik eşitsizliğin körüklediği, kültürel ve siyasi kutuplaşmanın ne denli derinleştiğini gösteriyor. Fakat daha vahim olanı, Başkan Trump’ın seçim kampanyasından bu yana flört ettiği aşırı milliyetçilerin oylarını kaybetmemek adına ırkçı ideolojileri adeta himaye eden duruşu.

Her fırsatta göçmenlerin nasıl tehdit oluşturduklarından şikayet eden Başkan bundan iki hafta önce Minnesota’da bir camiye yapılan saldırıyı da doğru dürüst kınamamıştı.

Trump bu çizgisinde ısrar ederek yalnızca ırkçı grupları şiddete teşvik etmekle kalmıyor, aynı zamanda Amerikan siyasi kültürünün özünü oluşturan, ABD’nin üzerinde yükseldiği değerler bütününün (American creed) giderek aşınmasına neden oluyor.

Oysa anayasa ile güvence altına alınan prensipler uyarınca bir kişiyi Amerikalı yapan doğduğu yer, ırk veya dini değil, ABD’nin savunduğu değerler ve normlara bağlılığıdır.

Elbette, Amerikan siyasi tarihi kölelik geçmişi göz önüne alındığında ırkların eşitlik mücadelesi açısından çok temiz bir sicile sahip değil. Ayrımcılığın her türüyle mücadele bugün dahi halen sürüyor.

Öte yandan, göçmenlerce kurulan ABD’nin ilerleyen yıllarda demografik açıdan beyaz Amerikalıların azınlık konumuna düşeceği bir ülkeye dönüşmesinden endişe eden kesimlerin varlığı da bir gerçek. Charlottesville’deki olayların ardında bu endişeden siyasi rant elde etme beklentisi içinde olanlar var.

Başkan Trump’ın daha olayların şoku atlatılmadan gelecek seçimler için kampanya videosu yayınlamış olması ise siyasi hesapların yönüne ve en çok da popülizm harmanlı milliyetçi söylemin devam edebileceğine işaret ediyor.

Uluslararası ilişkilerde en zor dönemler geçiş süreçleri olarak tanımlanır. Antonio Gramsci’nin deyişiyle “eskinin öldüğü, yeninin henüz doğmadığı.”

ABD’nin dünya siyasetindeki liderlik konumu ve gücü de Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, ABD’nin süper güç olarak yükseldiği o tek kutuplu andan bu yana geriliyor.

Trump yönetiminin izlediği politikaların bu süreci hızlandırdığı ortada. Küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerle baş ederken yapısal çözümlere yönelmek yerine toplumsal öfkeyi azınlıklar  üzerine yönlendirmek tehlikeli ve ters tepebilecek bir strateji.

Başkan Trump, Amerikan siyasi kültürünün temel değerleriyle çelişen adımlar attıkça, ABD’nin yumuşak gücüne, yani diğer ülkelere örnek teşkil ederek, çekim merkezi olma, müttefikler toplayarak, onları kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri için ikna etme yetisine darbe vuruyor.

Değerler erozyona uğrarken, savaş sonrası ABD eliyle kurulan liberal demokratik düzenin işleyişine yön veren kurumlar da zayıflıyor.

Halihazırda, “Önce Amerika” sloganı arkasına sığınarak izlenen ekonomik korumacılık, çevre bilinciyle bağdaşmayan kararlar ve müttefiklerin güvenlik kaygılarına duyarsız kalınması sebebiyle transatlantik ilişkiler yeterince yara almış durumda. Batı ittifakındaki bu çözülmenin nereye varacağını kestirmek bugün için güç.

ABD’nin düşüşüyle yerini hangi gücün/güçlerin alacağı, nasıl ve hangi ortak değerler üzerinden bir dünya düzeni kurulacağı gibi cevap bekleyen birçok soru var.

O gün geldiğinde, liberal demokrasinin tüm açmazlarına rağmen dünya daha huzurlu ve adil bir yer olacak mı? Yaşayarak göreceğiz.