Zaman yoksa unutmak mı?

Ferhat ATİK Toplum
19 Temmuz 2017 Çarşamba

Durup beklerken bir şeyi, vakit geçmezken, ömürler geçiyor, hayatlar bitiyor. Ayaklarımızın altından zaman, zamanın yanından insan akıp gidiyor. Her şey, karşı durulmaz bir devinimle süregeliyor. Albert Einstein’ı hatırlıyoruz mesela, zamanı, göreceliği…

Bugünü, bu anı yaşamayı salık veriyoruz birbirimize, aşkları sevdaları bile bugünde yaşamıyor, dünden borç aldıklarımızı yarına erteliyoruz...

Bugünü hızla dün yapan acımasızlıklarımızla.

*

Sezen Aksu’ya ilham olan Adnan Menderes’in asıldığı gün söylediği ve son sözü olan “Kimseye dargın değilim. Kırgınlığım yok” sözlerinin üzerinden onlarca yıl geçerken, yelkovan ve akrebin mekanikliğinde, sevinçler kadar, kederler de unutulmaya yüz tutuyor.

Zaman kırılması bize bu unutkanlıkları yaratırken 32 yıl iktidarda kalacak olan dünyadaki avukatların en ünlüsü Fidel Castro’nun, yine dünyadaki doktorların en ünlüsü Ernesto Che Guevara ile birlikte gerilla çatışmalarına başlamalarının üzerinden de onlarca yıl geçiyor.

Hakikaten Türkçemizde kullanılan ifade ile zaman bir “üzerinden geçme” unsuru içeriyor.

Büyük öfkelerle devletin, intikam alırcasına astığı Adnan Menderes gibi, bir zamanlar ABD ve Sovyetler Birliğini karşı karşıya getiren ve nükleer savaşın eşiğinden dönülmesine sebep gösterilen Castro’ya da şimdilerde gülümseyerek bakabiliyoruz, tüm dünyanın baktığı gibi. Kapitalist düzene en büyük isyankâr gördüğümü Che’nin fotoğraflarının olduğu anahtarlıklara bile gülümsüyoruz.

Zaman; almak istediğini alarak, vermek istediğini vererek geçiyor. Sahne ise biziz...

Zaman, olanların üzerinden silindir gibi geçtikçe, acı tatlı “dünya hatıraları”na katılan tarih sayfaları, bizi gülümsetiyor. Oysa yaşatırken, yaşanan dönemin insanının canını yakıyorlardı.

Dünyanın en yakın tarihi olan ve bugünün coğrafik, siyasi, ekonomik ve hatta felsefik yapılarına temel teşkil eden, 40’lardaki Yalta ve Potsdam konferanslarını, Gouzenko olayını, İran krizini, Çin ve Yunan iç savaşlarını, Truman Doktrinini, Marshall Planını, Berlin ablukasını hatırlıyor muyuz? Holokost’u peki? O hiç unutulmaması gerekeni?

Ya da 50’lerdeki Kore, Çinhindi, Cezayir Bağımsızlık Savaşları, İran ve Guatemala darbesi, Doğu Alman ayaklanması, Tayvan Boğazı krizi, Macar devrimi, Süveyş krizi, Sputnik krizi aklımızın bir köşesinde var mı?

Daha yakınlarda, 60’lardaki, Vietnam Savaşı, Kongo ve U-2 krizleri, Çin-Sovyet ayrılığı, Domuzlar Körfezi çıkartması, Berlin Duvarı, Laos iç savaşı, Yunanistan’daki cunta yönetimi tamamen unutuldu mu? Ya Kıbrıs’ta Türklere karşı yapılan soykırımı?

Yoksa 70’lerdeki, Kamboçya, Angola ve Mozambik iç savaşlarını, Salt Anlaşmalarını, ABD Başkanı Nixon’ın ünlü Çin ziyaretini, 1973’teki Şili darbesini, Sovyet-Afgan Savaşını, İran Devrimini de mi hatırlamıyoruz?

Hadi daha da yaklaşalım, 1980’lere gelelim. 12 Eylül Darbesi, Salvador iç savaşı, Polonya Dayanışma Hareketi, Grenada’nın işgali, İran-Irak Savaşı, 1989 Devrimleri, Berlin Duvarının yıkılışı, Kadife Devrimi, Romanya Devrimi ardından 90’larda olanları mesela Sovyetlerin dağılmasını da mı unuttuk? Ya Ruanda’yı?

*

Zaman bugünleri, yakın tarihimizde bunlarla yarattı. Eminim birçoğu hafızalarınızda, ya da bildiğiniz şeyler. Ama zaman unutturmaya meyilli. Buna rağmen unutmamamız gerekenler var. Holokost gibi mesela. Bir daha olmaması, olamaması için hatırlanması, hiç unutturulmaması gerekenler…

Zaman, insanın unutmaya yönelik eğilimini körüklüyor. Bugünü yaratan ‘dünleri’ unutan bizler, yarını şekillendirecek bugünleri unutmaya koyulmuşuz.

Nasıl hatırlayalım olanı biteni?

Anlamıyoruz hâlâ, unutulan ‘dün’lerin, bugünden ve yarından eksildiğini…

Unutulan geçmişin, gelecekte karşımıza çıkabileceğini…

Hatırlamalı insan!