Geçen sezonun en iyi oyunları-I

Her tiyatro mevsiminin sonunda sezon boyunca izlediklerime kısa kısa değindiğim birkaç yazı yazıyorum. Anımsarken yıl içinde yazdıklarımdan alıntılara da yer verdiğim bu yazıların asıl amacı, İstanbul’da 8-10 yıldır mucizevi şekilde gelişmeye devam eden tiyatro Rönesans’ı için karınca kararınca bir arşiv çalışması yapmak.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
12 Temmuz 2017 Çarşamba

Tiyatro mevsiminin sonlarında mutlaka en çok sevdiğim oyun sorulur. Her yıl da bir değil en azından beş-altı oyun gelir aklıma. Bu yıl aynı soruyu herkesten önce kendime sorduğumda cevabın ‘birkaç’ değil ‘onlarca oyun’ olduğunu gördüm. Gerçekten bu tiyatro sezonu çok sayıda birbirinden iyi oyununun sahnelendiği, çok özel bir mevsimdi.

Listenin başında, 1990’da Samuel Beckett’le başladıkları serüvenlerini, 2016’da, yazarın en önemli tiyatro metinlerinden biri ile sürdüren Studio Oyuncuları’nın, Şahika Tekand’ın yönettiği olağanüstü ‘Godot’yu Beklerken’ var. Tekand, yönettiği, ışık ve ses tasarımını üstlendiği Godot’yu Beklerken’in Cem Bender, Sedat Kalkavan, Yiğit Özşener, Onur Berk Arslanoğlu, Mehmet Okuroğlu’dan oluşan kadrosundan, 20 yıllık bir çalışma sonucunda geliştirdiği ‘Performatif Sahneleme ve Oyunculuk Yöntemi’yle neler yapılabileceğini gösteren müthiş bir toplu oyunculuk elde ediyor. Çok hızlı konuşulan repliklerde bile tek bir sözcüğün kaybolmadığı, ses, beden ve hareket düzeninin soluk soluğa izlendiği benzersiz bir yorum. Son yıllarda tiyatro adına yapılmış en önemli çalışmalardan biri.

BENZERSİZ BİR OYUN

Tabii ki hemen yanında Tekand’ın yeniden düzenleyerek1994’te Studio Oyuncuları’ndaki ve 2012’de İBŞT’deki sahnelenişlerinden bütünüyle farklı bir anlatıma ve anlama kavuşturduğu, Beckett’in ‘Oyun’u yer alıyor. Geliştirdiği yöntemle yetiştirdiği 23 oyuncunun değişe değişe on beş karakteri canlandırdığı bu Oyun’da, on beş kişisini, Studio Oyuncuları’nın sahnesinde ancak oturulabilecek kadar sıkıştırılmış üç katlı hücrelere sokan Tekand, ışığın cümlelere hatta sözcüklere can verdiği, kimi zaman kestiği, parçaladığı, dekor-ses- konuşma örgüsü ve ışığın birbiriyle bütünleştiği benzersiz bir iş çıkarmış.

Çalışmalarına 2012’nin ikinci yarısında başlayan Yolcu Tiyatro’nun üçüncü oyunu, Sürrealizmin önde gelen isimlerinden Roland Topor’un yazdığı, Mine G. Kırıkkanat’ın Türkçe’ye ‘Joko’nun Doğum Günü’ adıyla çevirdiği ‘Joko fête son anniversaire’.

Efendi-uşak, ezen-ezilen ilişkileri üzerinden, vahşi kapitalizmin insanın bedenini ve aklını kontrol altına alma hırsının hınzır bir eleştirisi olduğu kadar, zayıf olanı küçük düşürerek, aşağılayarak tatmine ulaşan güçlünün iğrençliğinin de açığa çıkaran oyunu Ersin Umut Güler sahneye koyuyor. Absürd tonlarda başlayan, absürdden fantastik dehşete, oradan da olabilecek en absürd fantastik dehşete evrilen Joko’nun Doğum Günü, ‘grand guignol tarzı dehşetengiz’ grotesk bir karamsarlıkla bitiyor. Oyuncu yönetimi olağanüstü; takım oyunculuğu mükemmel. Joko’yu canlandıran Tolga İskit için ne yazılsa ne söylense az. Tek kelimeyle olağanüstü!

İSTİLA

Jonas Hassen Khemiri’nin ilk oyunu ‘İstila!’, aidiyet, dil ve kimlik sorunlarına zekice kurgulanmış bir saçmalıkmış gibi başlayıp, giderek karşı koyulamaz, ölümüne ciddi bir meseleye dönüşen, kimlik, ırk, lisan kavramlarıyla ilintili en derin ön yargılarımıza bir sözcük, simge ve fikir kasırgasıyla saldıran, izleyiciyi kendi kültürel kimliğiyle yüzleşmeye zorlayan, son derece yıkıcı bir metin. Yönettiği ya da yazdığı bütün oyunlara büyük bir duyarlılık ve ustalıkla yaklaşmış olan Sami Berat Marçalı, 30 yaşına girdiği bu yıl, İstila’yı, hiç kaybetmediği amatör ruhunu üst düzey bir profesyonellikle bağdaştırarak sahneye koymuş. İstila’yı olağanüstü bir seyirliğe dönüştüren, Barış Gönenen, Hakan Kurtaş, Efe Tunçer ve Seda Türkmen’in müthiş oyunculukları. Bu dörtlü gerçekten bir ‘dream cast / rüya takımı’.

Murat Mahmutyazıcıoğlu, dördüncü oyunu ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’de kadınlığın susmayı yeğlediklerini araştırmak için kadının bilinç katmanlarının en derinine inmiş, orada kadın ruhunun özünü keşfetmişçesine, kadınlık hallerini kadınlarla anlatıyor. Karakterler duygu ve davranışlarıyla çok canlı, gerçekçi, çok ‘doğru’; söylenen her sözcük inandırıcı, çünkü gerçek. Yönetmen Mahmutyazıcıoğlu, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Ayfer Dönmez ve Melis Öz’ü, 80 dakika boyunca hiç kalkmayacakları üç iskemleye oturtup öykü anlatıcısı olarak konuşturmasına karşın, iç seslerin birbirinin içine geçtiği, monologların diyaloglara, bazen de üçlü tartışmalara dönüştüğü müthiş hareketli, tempolu devinimli bir sahnelemeye ulaşıyor.

SEMAVER KUMPANYA’DAN İKİ OYUN

Semaver Kumpanya’nın yeni oyunu Hakan Tabakan’ın yazdığı, Volkan M. Sarıöz’ün yönettiği, ‘Mağrur Fil Ölüleri’, evli bir çiftin 1969’un yılbaşı akşamı yaşadıkları üzerinden çift olmanın zorluklarına ışık tutarken, toplumsal ve siyasal düzenin bireyin yaşamına etkilerini de tartışan bir çalışma. Çok iyi yazılmış bu güzel metin Sezin Bozacı ile Sarp Aydınoğlu’nun ellerinde baş döndürücü bir tiyatro olayına dönüşüyor. Sarp ile Sezin, Belkıs’la Cahit’i oynamıyorlar, yaşıyorlar; o geceyi gerçekten o mekânda geçiriyorlar. Konuşuyorlar, cilveleşiyorlar, tartışıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, tostlarını yerken bile dolu ağızla konuşmaya devam ediyorlar. O kadar doğallar ki, izleyici kimi zaman ikilinin mahremiyetine girmişçesine tedirgin bile olabiliyor. Olağanüstü!

Semaver Kumpanya’nın, 15. yılında yeniden sahnelediği, Yavuz Pekman’ın Sait Faik’in ‘Semaver’ ve ‘Kumpanya’ adlı öykülerini bir arada uyarlamasıyla oluşturduğu ‘Semaver ve Kumpanya’yı da unutmamak gerek. Dekor, kostüm ve makyajlar, ışık, müzik ve koreografi çok başarılı. Saffet Ferit’i yorumlayan Serkan Keskin ile, tiyatro müdürü Kör Halit rolünü de üstlenen Yavuz Pekman’ın başında olduğu kumpanyanın toplu oyunculuğuysa olağanüstü. Keskin’le Pekman’ın müthiş ikilisine eşlik eden Ahmet Kaynak’ın klarneti, Uğur Senkeri’yle Sibel Altan’ın darbukaları, Burcu Doğan’ın çok başarılı ‘kötü’ oyunculuğuyla kantosu, Mustafa Kırantepe’nin ‘tiradı’, Taner Ölmez’in Ali’si de çok iyiler. Benim kuşağın aşina olduğu Ermeni şivesini, Sezin Bozacı’nın dozunda ve kusursuz bir aksanla oyun boyunca aksatmadan sürdürmesiyle “yangın var” ile salonu ayağa kaldırması oyunun unutulmazlarından.

Üç yıl önce, kumbaracı50 organizasyonuyla açılan Fiziksel Tiyatro ve Komedi Okulu’nun kurucularından Güray Dinçol, 23 haftalık programında,230 saatlik bir çalışmayı sonucu mezun ettiği Gülden Arsal ve Pınar Akkuzu’nun ‘fikir anneliğini’ yaptıkları, doğaçlamalardan yola çıkarak, Shakespeare’in ‘Macbeth’inin uyarlamasına ulaştıkları ‘Şatonun Altında’ oyununu yönetiyor.  Clown, fiziksel  hikâye anlatıcılığı, maske oyunculuğu, bufon, grotesk oyunculuk gibi farklı stilleri harmanlayan bu çok ilginç denemede

Macbeth’in karanlık ve rahatsız edici yazgısı, önden, arkadan, alttan, üstten kambur, eciş bücüş iki bufonun eline düştüğünde ciddi bir evrim geçirerek, kışkırtıcı, absürd, trajik, grotesk, vahşi ve bol kanlı bir güldürüye dönüşüyor. Lady Macbeth’in kışkırtıcılığına karşın, erkekler dünyasında, erkeklerin arasında geçen öyküyü kadın gözüyle irdelenişi de çok etkileyici.

Oyun Atölyesi, mevsim başında asıl adı Grigori Izraileviç Ofstayn olan Rus yazar Grigori Gorin’in Perestroyka öncesi yazdığı ‘Herostratus’u Unutun!’ adlı oyunu ‘Kundakçı’ adıyla repertuarına kattı.

Kundakçı, son derecede hınzır, zeki, eğlenceli ve bir o kadar da sert bir metin. İÖ 356 yılının 21 Temmuz’unda Herostratus’un “adını tarihe yazdırmak” için, Efes’in gururu, Antik Dünyanın 7 harikasından Artemis Tapınağını yakması olayından esinlenerek yazdığı oyunda Gorin, bir yandan resmi tarihle dalga geçerek, dönemin hukuk-devlet ikilemini, dışarıdan atanan bir yöneticinin sistem üzerinde baskısı, dini inançların toplum ve hukuk üzerinde etkisi, adaletin gecikmesi gibi sorunlar üzerinden irdelerken, diğer yandan idam isteyenlerin nasıl kolaylıkla satın alınabileceğiyle, insanların şöhret budalası dedikleri Herostratus’un ününe nasıl aynı budalalıkla kapıldıklarıyla, güçlü ve güçsüzlerin üçkâğıtçılıkları, ırkçılıkları, ayırımcılıklarıyla, bastırılmış kinleriyle, inançlar karşısındaki ikiyüzlülükleriyle dalgasını geçiyor. Oyunda Tsafernes’i de yorumlayan Muharrem Özcan’ın sayısız parlak buluşuyla dolu şenlikli sahnelemesi ve başını Tuna Kırlı’nın çektiği ekibin müthiş toplu oyunculuğu sayesinde, iki saati aşan süresine karşın, su gibi akarak, kahkahalarla izleniyor.

En iyilerin sadece bir bölümünü ele alabildik ama yerimiz tükendi. Gelecek yazımızda devam etmek üzere hepinize iyi yazlar dilerim.