Arap İsrail çatışmasının temelleri: PARAVAN

Birinci Dünya Savaşı’nın yakıcı ve yıkıcı sürecini yaşayan hiçbir toprak parçasındaki husumet Filistin’deki kadar canlı bir şekilde bugüne aksetmedi… Günümüzün ‘olmazsa olmaz’ düşmanlıklarından biri haline getirilen İsrail – Filistin, ya da daha doğru bir tabirle İsrail – Arap çatışmalarının temelinde, esas itibarı ile sanıldığı gibi, ne Balfur Deklarasyonu ne de kimseye yaranamayan Beyaz Kitaplar var. Basit bir paravan fitili ateşleyen nesne oldu. Yahudi – Müslüman gerilimi 1928 yılının 28 Eylül’ünde basit bir olayla ortaya çıktı.

Marsel RUSSO Perspektif
12 Temmuz 2017 Çarşamba

Basitçe bir toprak kavgası olarak algılanması gereken bu çatışmanın daha yüksek perdeden çalınır olması, işin içine ulusal boyutun katılması, inanç kırıntılarının serpiştirilmesi ile baş edilemez bir duruma gelmesi, bugün halen, yalnız o bölgeyi değil tüm dünyayı meşgul eden bir sorunlar yumağına neden oldu. Küresel bütün problemlerin temelinde Yahudi  (İsrail) – Müslüman  (Arap)  çekişmesi varmışçasına, ‘Filistin sorunu’ diye tabir edilen bu yumağın çözülmesiyle her şeyin yerli yerine oturacağı teorisi, özellikle siyasi İslam’da alıcı bulurken, bunun tek yolunun İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi (= Yahudilerin denize dökülmesi) olduğunu savunanlar hiç de az değil.

Bu açıdan bakılacak olunursa, bir sosyal laboratuvar denemesi olarak Filistin Manda projesinin başarısızlığa uğraması, Filistin’deki soruna (Filistin sorununa değil) yol açan önemli bir etken oldu.

Bir paravan!

Gerçekten de basit bir paravan fitili ateşleyen nesne oldu. Yahudi – Müslüman gerilimi 1928 yılının 28 Eylül’ünde basit bir olayla ortaya çıktı.

Yahudilerin en kutsal günleri olan Yom Kipur başlamak üzeredir. Yeruşalayim’de, Ağlama Duvarı önünde hatırı sayılır bir kalabalık toplanmış dua etmektedir. Aniden duvarın ön tarafına, kadın ve erkekleri birbirlerinden ayıran bir paravan konur… Ve kıyamet kopar.

Böylesi bir girişimden önceden haberdar olan Araplar, bölgenin Yahudiler tarafından sinagog haline getirildiğini, böylece Müslümanlara ait kutsal yerlere tacizde bulunulduğunu ileri sürerek İngilizlere ihbarda bulunurlar. Onlara göre, paravanla başlayan taciz, bu kutsal yerin Yahudiler tarafından elde edilmesine yönelik ilk adımdır ve kesinlikle kabul edilemezdi… Burası, Hz. Muhammed’in göğe yükseldiği El-Aksa Camii’nin hemen eteğinde bulunmaktaydı ve her ne şekilde olursa olsun, Yahudiler tarafından sahiplenilmesine karşı gelinecekti, gerekirse kuvvet kullanılacaktı...

Orta Çağlardan beri Ağlama Duvarı önünde dua eden, her bayramda ve Yom Kipur’da burada toplanan Yahudiler ise, tepkinin nedenini algılamakta zorluk çekerler. Büyük sürgün öncesinden kalan Büyük Tapınağın son kalıntısı olan bu yer, onlar için de çok değerlidir.

İşte İngilizlerin anlamakta güçlük çektikleri, daha doğru bir deyişle, yönetmeyi başaramadıkları bu hassas dengeydi. Buraya geldiklerinde akıllarında olan statükoyu devam ettirmekti. Gelin görün ki bunu nasıl devam ettirecekleri hakkında hiçbir fikirleri yoktu: Dengeyi korumanın yolu kanun yolu mudur? Yoksa alışkanlıkların, eğilimlerin yolu mudur?

Bu anlamda yaşananlar ve yaşanacaklar mitlerin çatışmasıdır… İnançların, ulusal onurun ve tarihin çatışmasıdır. Araplar ile Yahudiler bu çatışmayı beyinleri ile değil kalpleri ile yapmışlar ve yapacaklardır. Gözleri gerçekleri değil sözleri ve sembolleri görmüş, fantezileri ve gerçek dışılığı algılamıştır. Bundan dolayıdır ki daha önceleri yalnızca sosyal, kültürel ve ekonomik bir rekabet olarak tanımlanabilecek rekabetin sahaya inmesi ve yakıcı bir hale gelmesi için bir paravan yeterli olacaktır…

İç dinamikler

1928 Yom Kipur olayının gerilimi arttırmasının başka bir nedeni daha vardır: Arap ve Yahudi toplumunun iç dinamikleri, iktidar – muhalefet çekişmeleri,  siyasi açıdan birbirlerine rakip grupların, birbirlerine oranla daha fazla milliyetçi görünme ihtirasları…

Arap cephesinde iki ailenin, Nashashibi’lerle Hüseyin’lerin çekişmesi; Yahudi cephesinde ise, Ben Gurion ile Jabotinsky’nin çekişmesi, bu anlamda olaylara şeklini vermiştir.

Hüseyin ile Nashashibi aileleri arasında süregelen güç kavgası Arap toplumunun yönetimi, Kudüs’ün yönetimi, bunlardan oluşan gelirin paylaşımı konularında odaklandı. Yişuv’u yönetenler ise aralarındaki fikir ayrıklıklarına rağmen Yahudi toplumunun her alanda geliştirilmesine ve modern bir yaşantı sağlanmasına, refah seviyesinin arttırılmasına önayak olmuşlardı. Ancak, Arap toplumunun liderleri için bunu söylemek mümkün değildi.

Yahudi liderlerin fikir ayrılıkları

Yahudi liderlerin aralarındaki fikir ayrılıklarını daha entelektüel bir boyutta incelemek gerekir.  Yahudi toplumunun fikirsel ve yapısal oluşumuna katkıda bulunan her Yahudi lider olaylara değişik bir açıdan yaklaşımı, Yahudi yaşantısını değişik boyutlara taşıdı.

Örneğin, Yom Kipur olaylarından birkaç ay önce, Yeruşalayim’deki bir sinagogun düzenlediği Pesah sonrası kutlamaların şeref konuğu olan Menahem Ussishkin’in mesajı açıktır:

“Yahudi halkı, hiçbir uzlaşı ve taviz olmaksızın, Dan’dan Be’ersheva’ya, Büyük Denizden çöle kadar, Ürdün ötesini de (= Şeria nehrinin karşı tarafı) içine alacak şekilde, bir Yahudi Devleti istiyor. Şimdi burada hep beraber yemin edelim: Moriah Tepesinde Ulusal Yuvası kuruluncaya dek Yahudi Halkı sessiz ve hareketsiz kalmayacaktır…”

Arapların bölgedeki Yahudi varlığına verdikleri tepkiyi, İngilizlerin bu tepkiye olan mesafeli yaklaşımlarını en sert şekilde cevaplayan biridir Ussishkin. Yazıları ve konuşmaları ile Yahudi milliyetçiliğinin dillendirilmeyen amaçlarını ifade etmekteydi. Rusya’daki pogromlardan kaçıp gelenlerin hislerini tercüme etmekteydi.

Teoride esas olan Filistin topraklarında bir çoğunluk oluşturmaktı. Balfur Deklarasyonu bunun İngilizler tarafından kabul edildiğini teyit eden bir belgedir. Öte yandan, Herzl’den başlamak üzere hiçbir Yahudi lider veya düşünürde ‘Arapların reddedilmesi’ fikri yoktu.  Arapların buralardan sökülüp atılması, camilerin yıkılması ve Kudüs’e Üçüncü Tapınağın inşası gibi fanteziler kimsenin gündemini oluşturmaz. Ancak, Ussishkin’inkine benzer sivri söylemler Araplar arasındaki korkuyu dehşet seviyesine taşır. Arap liderlerinin yoğurdukları bu dehşet, daha sonraki yıllarda terör olaylarının nedeni olarak karşımıza çıkacaktır… 

Hacı Emin El-Hüsseyni’nin tespiti bölgedeki durumu çok iyi bir şekilde anlatmaktadır:

Suyun yüzü şu anda duru gözüküyor. Ancak derinlerde akıntı var… Ateş sönmüş gibi, ancak küllerin derinliğinde için için yanmakta ve bunu böyle görmek beni üzüyor…”

Chaim Shalom Halevi ailesine yazdığı mektupların birinde Arap – Yahudi düşmanlığının nedenlerini son derece naif bir şekilde kaleme almıştır…

       “Filistin’deki sorun birbirinden nefret eden iki ulusla ilgilidir.

       Bizden nefret ediyorlar ve bunda haklılar… Biz de onlardan nefret ediyoruz, hem de ölümcül bir nefret bu…”

Haim Weizmann’ın siyasi – diplomatik yöntemlerine aktivist bir söylemle alternatif yaratan Zeev Jabotinsky’nin Revizyonistleri artık Yahudi beklentilerinin açıkça masaya konması gerektiğini savunmaktaydılar. Ussishkin’in çıkışları bunun habercisiydi.

İşte 1928 yılı Yom Kipur günü yaşananları bu çerçevede görmek ve değerlendirmek gerekir. Araplar korkmuşlardı. Yahudilerin yaşantı seviyelerini her alanda yükseltmeleri onları tedirgin etmişti. Bu korku hem Yahudi hem de Arap liderlerin söylemleri ile tırmandırılmıştı…

Gerilimler devam ediyor

Daha sonraki dönemlerde benzer gerilimler yaşanmaya devam eder. 14 Ağustos 1929, Teşa  BeAv günü yine Ağlama Duvarında benzer sorunlarla, bu kez çok daha yoğun bir şekilde karşılaşıldı... Bir önceki Yom Kipur’daki Arap tepkisine bir cevap vermek adına, binlerce Yahudi bölgede toplandı. Tel Aviv ve daha birçok yerleşimden gelen gençler adeta bir gövde gösterisinde bulundular.

İki gün sonra, bu kez Araplar, Hz. Muhammed’in doğum günü münasebetiyle “burası bizimdir” dercesine karşıt bir gösteri yaptılar. Cuma namazını bitiren yüzlerce Arap, Ağlama Duvarı bölgesine girişi sınırlayan bariyerleri kırarak buraya girdiler ve dua etmekte olan Yahudileri dövdüler, kutsal yerleri tahrip ettiler. Saldırılar ertesi gün de devam etti…

Neticede Araplarla Yahudiler arasında başlayan nedeni korkuya, şüpheye dayalı gerilim sıcak çatışmaya dönüştü. Nereden geldiği, kimin silahından çıktığı belli olmayan kurşunlar bardağı taşırdı.

Araplara göre Yahudiler dua amacı ile El-Aksa Camii’nin avlusunda toplananlara saldırıda bulunmuşlardı. Yahudiler ise tam tersini ifade etmekteydiler. Kudüs’e komşu köylerden buraya duaya gelen yüzlerce, hatta binlerce, sopa, bıçak ve benzeri hafif silahlarla kuşanmış Arap genci, El-Aksa Camii’nin avlusunda yapılan hararetli milliyetçi konuşmalar sonrasında Yahudilerin evlerine, işyerlerine saldırmışlardı. İngilizlerin Kudüs Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni nezdinde yaptıkları girişimler sonuçsuz kalmıştı.  O günün sonunda İngiliz raporlarına göre iki üç kişi ölmüş on kişi kadar da yaralanmıştı. Ancak ölenlerin Yahudi mi Arap mı oldukları net olarak belirlenemedi.

Olaylar Hebron’a sıçrıyor

Durumun vahameti olayların Hebron’a sıçraması ile değişik bir şekil alır. Hebron veya Arap deyişi ile El Halil, her iki din için de kutsal bir yerdir. Avraham (=Hz. İbrahim) ve eşi Sara’nın mezarlarının bulunduğu Hebron’da sekiz yüz yılı aşkın bir süredir Arap ve Yahudi toplumları beraber hoşgörü ve uyum içinde yaşamaktaydı. Ancak yirminci yüzyılda yükselen milliyetçi hareketler buradaki ahengi yıktı. Yeruşalayim’den, buradaki olayların etkisi altında kente dönen Arap gençleri Yahudi evlerine saldırdı, Şabat duasının yapıldığı sinagogu ateşe verirdiler. Yörede asayişi korumakla görevli İngiliz güçlerinin yetersiz kalması olayları katliam boyutlarına taşıdı.

1929 yılı Hebron saldırıları Arap – Yahudi – İngiliz üçgeninde bazı tanımlamaların yenilendiği bir dönemi başlattı. Terör çok daha önceleri gündelik yaşama girmişti. Ancak siyasi iradenin, yani İngilizlerin bunu yorumlama tarzları, terörist olaylara verdikleri tepkiler, Yahudiler açısından ‘meşru müdafaanın gerekli olduğu’ ve bunun için ‘silahlanma’ gerekliliğini ortaya koydu. Sosyal anlamda çaresiz kalan Arap toplumu, liderlerinin de kışkırtması ile medeniyete doğru yol alıp Yahudiler lehine bozulan toplumsal dengeyi düzeltmeye çalışacağına, Yahudileri odaklayan bir nefrete kaptırdı kendisini… Bu nefretin doğrultusu ise saldırılar, yağmalamalar, katliamlar, tecavüzlerdir.

Hebron saldırılarında 67 Yahudi öldürülür. Bu o güne dek Yahudi Arap çatışmalarında oluşan en büyük ölü sayısıdır. Yahudilerin Hebron’da saldırıya uğramaları ve kentteki tüm Yahudi toplumunun bunu takiben İngilizler tarafından boşaltılması,  Balfur Deklarasyonu’na imza atanların hezimeti olur. Başta Ben Gurion tüm Yişuv, sonuçları Kişinev pogromundan çok da değişik olmayan bir durumdan söz etmektedirler.

Hebron olayları Filistin’deki Yahudi toplumu üzerinde derin izler bıraktı. Arap isyanının artık söylemlerle değil silahlarla devam edeceğine, İngilizler kadar Yahudilere de odaklanacağına, Yahudi bireyini, toplumunu hedefleyeceğine işaret etti… Bölgeyi tanıyanlar, bu durumun Londra hükümeti Balfur Deklarasyonu maddelerinden vaz geçene, Filistin’e Yahudi göçü durdurulana dek devam edeceğine