Her şeye rağmen güçlü kalmak

Susan Pollack, 1930 yılında Macaristan’ın Felsegod Köyünde doğdu. Genç kızlık adı Zsuzsanna Blau idi. Günümüzde Londra’da yaşıyor. Auschwitz Ölüm Kampını, yıllar sonra 33 yaşındaki torunu Anthony ile birlikte ziyaret etti.

Sara YANAROCAK Kavram
31 Mayıs 2017 Çarşamba

Mayıs 1944'te, Auschwitz’e annem ve erkek kardeşimle birlikte vardığım ilk dakikalardan itibaren, bizlere yapılan terörü iliklerime kadar hissetmiştim. Oraya varır varmaz, annem hemen götürülmüştü. Gaz odasına gittiğini sonradan öğrendim. Çok sonraları babamın da aynı akıbete uğradığını öğrenmiştim.

Bu barbarlıkların sonucunda hayatım tepetaklak olmuştu. Neler olup bittiğini tam olarak kavrayamıyorduk. Her şeyin Holokost olduğunu çok geç kavramıştık.

Benim küçücük Macar köyümde bilgiler çok kısıtlıydı.      

Biz ‘Wansee Konferans’ından, ‘Nihai Çözüm Kararı’ndan tamamen bihaberdik. Hatta böyle bir şeyi düşünmemiz bile imkânsızdı. Bizler sadece köydeki idarecilerin ifadesine göre “yeniden yerleştirilecektik”. Düşünün ki bu fikirle, dikiş makinemi bile yanımda götürmüştüm.

Umutlarımızı kaybetme sürecimiz kademeli olarak başlamıştı. Hepimizi toparlayıp sığır vagonlarına doldurmuşlardı. Yolculuk sırasında birçok yaşlı insan ve bebek havasızlıktan boğularak can verdi. Bizler artık son olarak kampa taşınan Macar Yahudi’leriydik. Vagonda su ve yiyecek yoktu. Temizlik kuralları sıfırdı. Umutlar tamamen yok olmuştu. Kapana kısılmıştık. Nedir ki her şeye rağmen, yine de küçük bir umut ışığı, karanlıkta parıldıyordu. Her zaman…

Aslında çocukluğumdan beri antisemitizmin ne olduğunu çok iyi bilirdim. Novograd’da yaşayan dayım, faşistler tarafından kafası ikiye yarılıp öldürülmüştü. Katil güya yakalanıp suçlu bulunmuş ve cezalandırılmıştı. Ama aslında dayımın eşi ve çocuklarının yaşadığı evin hemen çok yakınında serbest olarak yaşıyordu.

Babam o yıllarda, birçokları gibi odun ve kömür ticareti yapardı. Serbest çalışırdı. Yahudiler için kötü günler başladığı zaman, babamın ticaret lisansını iptal etmişlerdi. İşsiz kalan babam aylarca boş yere iş aramıştı. O dönemde annem evde bizlerle ve ev işleriyle ilgilenmeye devam ediyordu.

Auschwitz’deki anılarım aklıma bölük pörçük geliyor. Kısa anlar, anlık karşılaşmalar, kokular…

Orada yaşarken, evlerimizi ve geçmişteki huzurumuzu anımsayarak, güzel anılara dalarak, anlık kaçışlarla yaşamaya ve insan olduğumuzu hatırlamaya çalışıyorduk.  Genç çocuklar bir araya gelebildiklerinde, kendilerine hayali bir sohbet oluştururlardı:

“Bu sabah kahvaltıda ne yemek istiyorsun?”

“Bir yumurta, taze ekmek ve tereyağı istiyorum” diye cevap verirken kendimizi, evlerimizdeki mutlu günlerde gibi hissederdik.

Bergen-Belsen’e yapılan ölüm yürüyüşünü de hayal meyal hatırlıyorum. O sırada kendimi çok zayıf ve güçsüz hissediyordum. Yaşam şartlarımız dehşet vericiydi. Bergen- Belsen’de bizi barakalarda tutuyorlardı. Barakalardan dışarıya sürünerek çıktığımı hatırlıyorum. O kadar güçsüzdüm ki yürüyemiyordum. İçerideki cesetlerin kokusu o kadar feciydi ki dayanamayıp sürünerek dışarı çıkıyordum.

Bizleri kurtaran İngilizler harika insanlardı. Onlar gerçek kahramanlardı. Belsen’e ulaşabilmek için yaptıkları zor bir çarpışmadan sonra, oraya vardıklarında derhal kurtarma ve tedavi organizasyonu oluşturmuşlardı. Geldikleri gün onları kutsal azizler gibi görmüştüm. Küçük ambülanslar getirmişler, bizleri özenli bir biçimde taşımışlardı. Ben barakaların yanında uzanmış yatıyordum. Titriyordum ve tamamen cansız görünüyordum. Her yerde ceset kokuları tütüyordu. Kurtarıcı İngiliz askeri yanıma geldiğinde yarı baygın gibiydim. Konuşamıyordum, kavrama yeteneğim neredeyse hiç yoktu. Ama askerin nezaketini ve şefkatini hâlâ anımsıyorum.

Kurtuluşun ilk günleri

İlk  günler yemek yiyemiyordum. Her şeyi çıkarıyordum. Beni yataktan ilk kaldırdıklarında bayılmışım. Daha sonraki günler yatağıma yemek getirdikleri zaman, insanlara olan güvenimi kaybettiğimden, yiyeceklerin bir bölümünü yatağımın içinde saklıyordum. Olur ya belki bir daha hiç yemek vermezlerdi!

Bu gün sofraya her oturuşumda hâlâ ne kadar şanslı olduğumu düşünürüm. Etrafımdakilere şöyle derim: “Ne kadar harika değil mi?” “Ne kadar şanslıyız değil mi?”

Hastanedeki tedavi aylarından sonra İsveç’e gönderildim. Bu fevkalade bir şeydi. Ruhsal ve zihinsel olarak iyileşmek, fiziksel olarak iyileşmekten daha fazla zaman aldı. Nihayet çalışmaya başlayabilmiştim. Önceleri çok uzun zaman çok kötü beslendiğim için yürüyemiyordum. Doktorum bana yeniden yürümeyi öğretti. Doktor bir gün şöyle demişti: “Benim de senin yaşında bir kızım var”. Bu sözler beni çok motive etmişti. İnsan olduğumu hissetmiştim. Uzun zaman insanlık dışı bir şekilde yaşayan biri için bu, harika bir cümleydi. Demek ki ben de normal bir insandım.

Yeni bir aile

Bütün bu yaşananlardan sonra ailemden 50 kişiyi kaybettiğimi öğrendim. Artık hiç kimsem yoktu. Kendime ait bir ailemin olması gerekiyordu. Aile ortamının sıcaklığını yeniden duyumsamak istiyordum. Çocuklarımın olmasını çok arzu ediyordum. İşte bu sebeple henüz 18 yaşımda iken, Transilvanyalı, Holokost kurtulanı olan bir gençle evlendim. Çocuklarımız olduğu zaman onları bu konulardan uzak tutmaya çalıştım. Onlara fazla bir şey anlatmadım. Ruhlarında travma yaratmak istemedim. Onları dertsiz ve kaygısız gençler olarak yetiştirdim. Çocuklarıma acı ve nefret duygularını asla aşılamadım.

Güzel bir hayatım oldu. Bir Sameriye’li olarak okullara gidip, 15 yaşındaki öğrencilere sürekli olarak Holokost’u anlattım. 20 yıl boyunca bu işimi ısrarla sürdürdüm. Gençlere yıllarca kötülüğün, şeytani fikirlerin, kötü amaçlı dedikoduların insanları nasıl felakete sürükleyeceğini ve mahvoluşa neden olacağını, ayrımcılık ve zulüm yaratacağını anlatmaya çalıştım.

1995 yılında Macaristan’a gidip, doğduğum köyü ziyaret ettim. Oradaki konuşmalarımda hiç kimsenin suçluluk duygusu hissetmediğini acıyla fark ettim. Onların ihanetini anlamaya çalışmak benim için nafile bir çabaydı…

Auschwitz’e geri dönüş

Auschwitz’e geri dönmek ise, soğuk, acı ve gözyaşlarıyla dolu bir deneyimdi. 84 yaşıma kadar yanı başımda duran bu karanlık gölge ile yüzleşmek ruhumu iyileştirmek umudunu taşıyordum. Daha barışçıl hissetmek istiyordum ama son derece huzursuz ve gergindim. Zaten henüz yeni kaybettiğim eşimin yasını tutarken, buraya geldiğimde geçmişin kıskacından kurtulduğumu hissettim. O güne kadar, hiçbir şey için doğru dürüst ağlayamamıştım bile.

O yüzden Auschwitz’e gideceğim zaman, geriye kalan 100 veya biraz daha fazla Holokost kurtulanını görünce kuvvetli olacağımı hissediyordum. O zaman vaziyetim de kolaylaşacaktı. Ama hiçbir şey düşündüğüm gibi olmadı. Gözyaşlarım dere oldu aktı. Dışarıdan ne kadar güçlü görünsem de, iç dünyam param parçaydı.

Not- Samariye’li= Samareten, Şomroni: Kudüs’teki Yahudi din bilgelerinin otoritesini  kabul etmeyen, farklı mezhepten Musevilere verilen isimdir. Dilleri Aramice’dir (Şomronit Aramice).