İngiliz mandası döneminde Filistin’de Yahudilerin mücadelesi

Önceki yazılarda belirttiğim gibi, 1936-1939 yılları arasında cereyan eden Arap isyanları döneminde Yahudi savunma gücü Hagana’nın politikası ‘Havlagah’ yani ‘kendine hâkim olma’ idi. Bu pasif bir savunma değildi. Ancak Arapların olası tepkilerine karşın da İrgun Z’vai Leumi kuruldu. İrgun bağımsız bir askeri teşekküldü ve eylemlerde bulunuyordu.

Yusuf BESALEL Perspektif
17 Mayıs 2017 Çarşamba

Hagana’nın, siyasi durumdaki dalgalanmaya göre değişen yarı resmi bir statüsü mevcuttu ve Yeni Siyonist Organizasyon ile olan ilişkileri de Yahudi Ajansındakinden daha gevşekti. İrgun, bağımsız bir askeri teşekküldü, emirleri kendi ‘yüksek komutanlığı’ndan alıyordu. Eleman kayıtları Revizyonist Gençlik Organizasyonu ‘Betar’ tarafından yapılıyordu. Bu kişilerin yarısı Yemenli ve Safarad kökenli idi. Liderler de Polonya devrimsel geleneğine bağlı entelektüellerdi. Bu örgütün retoriği, Kudüs İbranî Üniversitesinde öğrenci olan, Kutsal Kitap ve silah karışımı şairliği ile maruf Abraham Stern’e ve arkadaşı David Raziel’e bağlanıyordu.

İngilizlerin Beyaz Kağıt politikasının belirginleşmesine dek İrgun, Avrupa’daki mağdur Yahudileri Filistin topraklarına kaçırıyordu. 1939’da Arapların Yahudilere düzenledikleri saldırılardan sonra, İrgun buradaki belli başlı kentlerdeki Arap çarşılarına eşzamanlı bombalı suikastlar düzenledi, birçok Arap erkek, kadın ve çocuk öldü. O zamana dek Yahudiler hiç böyle kanlı bir eylem gerçekleştirmemişti. Hagana ve yurtdışındaki Siyonist kuruluşları olayı kınadılar. 1939 yazında Raziel ve Stern, İrgun Polis Şefi Cairns tarafından işkence ile sorgulandı. Alınan güvenlik önlemlerine karşın İrgun, Cairns’i ve yardımcısını bombalı bir eylemle öldürdü. Bu Yahudilerin İngilizlere karşı ilk eylemiydi. İrgun 1948 yılında tasfiye edilene dek sadece kendi ilkelerine uydu. Hatta Filistin yönetimiyle arasında bir müddet resmi barış ilân edildi ve Hagana’da olduğu gibi bazı İrgun mensupları da İngiliz birliklerinde istihdam edildi… Ta ki Struma gemisi olayı patlak verene dek.

Abraham Stern İrgun’dan ayrılıyor

Abraham Stern, İrgun’u kadrosunun ve silahların büyük bir kısmını yanında götürerek terk etti. Sternciler, sınırsız ve ayırımcısız teröre inanıyordu. İrgun, mümkün olduğu kadar az insan zayiatına sebep olmaya dikkat ederek polis merkezlerine ve hükümet konutlarına yoğunlaştı; Sternciler İngiliz polislerini ve askerlerini gördükleri yerde vuruyorlardı.

Savaşın kritik yılları olan 1939 - 1943’ün sonuna dek bu saldırılar eser miktarda zarar verdi. Toplamda sekiz Yahudi, altı Arap ve on bir İngiliz polisi öldürülmüştü. Polis Stern’i ‘kaçarken’ yakaladı ve sırtından vurdu; çete de geçici olarak dağıtıldı.

Begin İrgun’u ayağa kaldırdı

1943’te Polonya’dan Menahem Begin adında genç bir revizyonist avukat Filistin topraklarına geldi ve yetenekleri sayesinde İrgun’u birkaç ay içerisinde ayağa kaldırdı. İrgun’un 20 lideri, Satrun’daki toplama kampından kayalık arazide uzun bir tünel kazarak firar ettiler. Firarı Stern’i izleyen üniversite mezunu David Friedman-Yellin organize etmişti. Yahudi Ajansı’nın liderleri, Manda Yönetimini imalı bir şekilde itham ettiler: Amaç, Yahudi toplumuna karşı terörü arttırmak için firara bilinçli bir izindi. İngilizler de Yahudi Ajansını şeytani fikirlerle suçladı. Ancak bu kuram pek doğru değildi. Nitekim beş yıl sonra Kont Bernadotte’nin ölümünden sonra Stern grubu mensupları tekrar hapisten kaçtı. Bu kez de İsrail hükümeti şeytani kuşkularla suçlandı.

Böylece 1944’te gruplar eylem için hazırdı. İrgun, birkaç hükümet konutunu ve polis merkezini havaya uçurdu, yüklü miktarda silah ele geçirdi. Hatta 15 Mayıs’ta Ramallah’taki radyo istasyonunu bir müddet ele geçirdiler. Önceden uyarıda bulundukları için insan kaybı cüziydi. London Times’da 18 Şubat 1944’te neşredilen Dr. Weizmann’ın Yahudi şiddetini kınayan mektubu ise, Filistin’deki İngiliz Yönetimi tarafından sansüre uğradı. İrgun ise kendine özgü yöntemleri uygulamayı sürdürüyordu. Ağustos 1944’te ülkeyi terk etmekte olan ve Struma felâketinden sorumlu görülen Yüksek Komiser Sir Harold Mac-Mihael’in hayatına kasteden bir suikast düzenlendi. Eylül ayında dört polis istasyonuna saldırıldı ve bir polis memuru öldürüldü. Ekimde İngiltere’nin Ortadoğu’da Mukim Bakanı Lord Moyne, Kahire’de iki genç İrgun üyesi tarafından öldürüldü. Bu gençlerden birisi, Hayfa’da Patria gemisinin infilâkına şahit olmuş ve o zamandan beri kendini toparlayamamıştı. Her iki genç asıldılar.

Ne var ki bu suikast, Siyonist âlemini fena sarsmıştı. Şiddet devam ettiği takdirde; sadece İngiliz kamuoyunun değil, dünya kamuoyunun da kendi aleyhlerine dönmesi mümkündü. Resmi Siyonist örgütlerinin Hagana’yı Stern ve İrgun’a karşı durmaya itelemesine karşın Filistinli Yahudiler teröre karşı çıkmakla beraber kendi dindaşlarını ihbar etmeye itibar etmediler. Zaten artık işler kontrolden çıkmıştı, polis antisemit duygularını gizlemiyordu. Hem desteklemeleri gereken otorite, Beyaz Kâğıdı neşretmiş, Filistin topraklarına Yahudi göçünü durdurmuş ve askeri mahkemelerinde gaddar hükümler vermemiş miydi? Gene de Yahudi Ajansı Siyasi Bürosu, İngiliz makamlarına yüzlerce Stern ve İrgun çetecisinin adını verdi. Hagana oluşacak eylemleri yetkililere ihbar etti. Hatta Hagana, bu örgütlerin bireylerini kendi ‘hapishanelerine’ tıktı.

Ancak Hagana ile İngiliz yetkilileri arasındaki bu işbirliği bir yıl kadar sürebildi. Mr. Bevin’in Kasım 1945’teki Filistin hakkındaki talihsiz demecinden sonra bu balayı bitti. Hagana’nın terörist avlayan bireyleri bile kendileri avlanmaya başladılar. 1945 sonlarında Kudüs ve Tel Aviv’deki polis merkezlerinde bir dizi saldırı yaşandı ve ondan fazla kişi öldü. Savaşın sona ermesi ve İngiltere’de İşçi Partisinin iktidara gelmesine rağmen İngiltere’nin Filistin politikasında değişiklik olmaması, Yahudi liderlerinin tüm umutlarını söndürmüştü. O kadar ki, 30 Aralık 1945’te Ben Gurion ve Shertok, Yahudi Ajansı bu tür eylemlere karşı ne tedbir alırsa alsın, sonuçsuz kalacağını İngiliz Yüksek Komiserine bildirdi…

Yer değiştiren  ulus

Gidişat bir felakete doğruydu. Savaşın sonunda dünya, ‘yer değiştiren bir ulus’ ile karşı karşıyaydı. İbranilerin Mısır’dan göçü misali, Avrupa’dan Filistin topraklarına akan Holokost kalıntısı bir göç söz konusuydu. Bir faktör de, Filistin’deki Yahudi cemaatinin artık bilinçli bir ulus haline gelmesiydi. Diğer önemli bir husus da dünyadaki kutuplaşmaydı. Daha önceleri İngiliz politikası Arap dünyası üzerinde bir otorite kurmaya dayanıyordu. Savaştan sonra İngiltere’nin uğraşısı, Sovyetler Birliği’nin Arap âleminde nüfuz sahibi olmasını engellemek haline geldi. Dördüncü bir faktör de İngiltere’de İşçi Partisinin zaferiydi. 1917’den itibaren bu parti, Balfour Deklarasyonu’ndaki ‘Yahudi Yurdu’ vaadini destekliyordu. Fakat Chamberlain Hükümeti, Beyaz Kâğıdı yayınlayıp sonrasında bu politikadan çark edince, sadece partiden tepki görmekle kalmadı. Artık Siyonistleri desteklemek gelecekteki İşçi Partisi hükümetlerini de bağlamayacaktı!

Geleceğin Dışişleri Bakanı Noel Baker şöyle diyordu: “Filistinli Yahudilerin on binlercesi sahillere inerek gelecek göçmenleri koruyacaktır. Bunları durdurmanın tek yolu nazik İngiliz askerlerinin bunlara ateş edip öldürmesidir… Yoksa politikamız iflâs etmeye mahkûmdur!”

Bir yıl sonra İngiliz İşçi Partisi koalisyona girdi fakat Filistin siyaseti aynıydı: “Ulusal yurt için bir umut yoktur; çünkü Yahudilerin bir çoğunluk oluşturmalarına izin verecek göçlere izin veremeyiz…” Hâlbuki 1945’te İşçi Partisi iktidara gelmeden birkaç hafta evvel ise İmparatorluk’taki ulusların Muhasip Şansölyesi tam tersini söylüyordu: “Filistin’e göç etmek isteyen Yahudilere engel olmak ahlâki olarak yanlış, siyasal olarak da müdafaa edilir gibi değildir…” Tabi bunlar, eski vaatlerin sorumluluklarından kurtulmak için içi boş söylemlerden başka bir şey değildi!

Eylül 1945’te ABD Başkanı, Earl Harrison’dan Yahudi göçmenlerin Filistin’e kabulü hakkında bir mektup aldı. Başkan da İngiltere Başbakanı’na bir mektup yazarak 100 bin Yahudi göçmeninin acil olarak Filistin’e kabul edilmesini rica etti. Ancak ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’nün ifade ettiği bu gibi, mektuba cevap bile gelmedi! Ancak New York’ta 45 bin kişinin katıldığı bir gösteride Vali Sa Guardia, İngiltere Büyükelçisi Lord Halifax’a “İngiltere ABD’den yardım talebinde bulunuyorsa, sözünü tutmalıdır” dedi. 100 bin göçmenin kaderi dünya kamuoyunu katmerli bir şekilde meşgul etmeye başladı; İngiltere’nin prestiji ve iktisadî geleceği etkilenebilirdi. İngiliz basını bunun Siyonistler tarafından tetiklendiği savını ileri sürdü. Bunda hakikat payı vardı fakat Dachau ve Belsen gibi kamplarından gelen özgün ve feci raporlar, dünya kamuoyunun vicdanında derin yaralar açmaya başlamıştı.

24 Eylül’de Dr. Weizmann Koloniler Bölümünün, 100 bin yerine 1.500 göçmenlik bir kota ayırdığını ve Beyaz Kağıt kapsamında bunların alınabilecek son göçmenler olduğunu bildirdiğini açıkladı. Bu açıklama hem Filistin’de, hem de 5,5 milyon Yahudi’nin yaşadığı Amerika’da nefretle karşılandı. Filistin’de Belsen ve Buchenwald’da Azrail’den kurtulmuş Yahudilerin öncülüğünde 60 bin kişi, tutsak üniformalarıyla bir gösteri yaptı. Ekim ayının ilk günlerinde 40 dolaylarında doğulu Yahudi’nin menşe ülkeleri olan Irak ve Suriye’ye geri gönderileceği istihbaratını alan Hagana, bu kişilerin antisemitizmin azdığı ülkelerindeki kaderinin çok kötü olacağını bildiğinden on silahlı adamı ile Athlit tutuklu kampını bastı. Burada 170 gayrı resmî mülteci de vardı; olayda hepsi kaçtı ve bir İngiliz polis memuru öldürüldü. Mandanın başlangıcından beri ilk kez bir İngiliz güvenlik görevlisi öldürülmüş, Hagana ilk kez böyle bir eyleme kalkışmıştı. Yahudi Ajansı ve Yahudi basını Hagana’dan artık ‘Yahudi Direniş Örgütü’ olarak bahsetmeye başladılar; siyasi stratejide kesin bir değişikliğine gidilmişti.

Hagana yeraltına iniyor

Athlit’teki kalkışmadan sonra Hagana, ilk kez ülke çapında sabotaj eylemlerine başladı. 31 Ekim 1945’te Filistin’deki tüm demiryolu ağı, eşzamanlı olarak köprü ve kavşaklardaki yüzden fazla patlamayla felç oldu. Aynı anda Yafa ve Hayfa’daki limanlarda sahil savunma gemileri infilâk etti; altı kişi öldü. Hagana, İrgun gibi yer altına inmişti… İki hafta sonra Bevin’in Filistin hakkındaki ilk demeci yayınlandı ve bir basın toplantısı düzenlendi. Ana konu, Filistin’in geleceği hakkında bir İngiliz-Amerikan Komitesinin kurulmasıydı. Ancak İşçi Partisi göçü durdurmakta kararlı olduğundan, Filistin Yahudileri bunu bir oyalama taktiği olarak gördüler. Bildiride Yahudileri aşağılayıcı bir ifade kullanılıyor ve Dışişleri Bakanlığı, ayda 1.500 göçmen alınmasını dahi Arapların vicdanına bırakılıyordu.

Bu beyanattan bir gün sonra Ulusal Yahudi Konseyi protesto amaçlı bir grev düzenlendi. Baş Haham, bir günlük oruç ilân etti ve sinagoglarda Şofar boruları çalındı. Tüm ülkede şiddetli ayaklanmalar oldu; dokuz Yahudi öldü ve 37 İngiliz askeri yaralandı, bazı hükümet binaları yıkıldı. Hükümet buna karşılık çeşitli birliklerden 15 bin asker derleyerek, Şaron ve Samaria’daki Yahudi İskân bölgelerinde silâh aradı. Sekiz yerleşimci hayatını kaybetti. Yahudiler de, tüm ülkede polis merkezlerini ve elektrik santrallerini havaya uçurdu. 2. Dünya Savaşı bitmiş ve İngiliz İmparatorluğu ile müstakbel İsrail devleti arasında savaş başlamıştı!

İngiliz-Amerikan Tahkikat Komisyonunun 18. toplantısında ürettiği rapor, tadilat için Mr. Bevin’e gönderildi. Mr. Bevin, raporun anonim olması koşulu ile bunu kabul etti. Bu tavize karşın söz konusu rapor hiçbir zaman tadil edilmedi! Komisyonun raporu 20 Nisan 1947’de yayınlandı. Burada konu, 100 bin göçmenin tekrar kabulü ve 1940’ta iptal edilen toprak satın alma koşullarının canlandırılmasıydı. Uzun vadeli tavsiyelerde İngiliz Mandası altında otonom devlet kurumlarının oluşturulması vardı fakat ne bir Yahudi devleti kurulması, ne de taksim için öneri bulunuyordu. ABD Başkanı Truman hemen tepki verdi: Beyaz Kağıt’ın iptali anlamındaki önerilere memnun olmuştu. Ama uzun vâdeli önerilerle veya raporun desteklenmesi ile ilgili pek bilgi yoktu. İşte bu da, İngiliz Hükümeti’ne tüm raporu sabote etmek için harika bir fırsat sağladı: Amerikan yardımı olmadan böyle kalabalık bir mülteci grubu kabul edilemezdi; Üstelik Hagana’nın silahsızlandırılması gerekti. Ancak Arapların silahsızlandırılmaması, Yahudilerin yok edilme tehlikesini beraberinde getiriyordu. İngilizler de bu saçmalığın pekâlâ farkındaydılar. Üstelik göçmen kabulünün vergi veren İngiliz vergi mükellefine 200 milyon Sterline mal olacağını, Yahudileri Amerika’ya almak istemediklerini ileri sürdüler. Tabi bunlar da bahaneydi. Zira Yahudi göçmenlerin nakliye ve iskân bedellerini hep Siyonist örgütler karşılamıştı. Artık İngilizlerin Siyonist macerasını kökünden yok etmek istedikleri belli olmuştu. Bu noktadan itibaren yol felâkete doğru gidiyordu. İngilizlerin Ortadoğu’daki yarım yüzyıllık uğraşısı ve Balfour’un vizyonu, bir nevi ikinci İrlanda bataklığına gömülmek üzereydi.

Kaynakça: ‘Promise and Fulfilement, Palestine 1917-1949’, Arthur Koestler, Macmillan Co. Ltd; London, S.90-98, S. 108-117.