“Cannes’a ilk gittiğimde kendimi oyuncak dükkânındaki çocuk gibi hissettim”

Şalom´un duayen sinema yazarı Viktor Apalaçi ile 50 yıllık Cannes anılarını derlediği kitabı hakkında konuştuk. Apalaçi, ‘Cannes Film Festivalinde 50 Yıl’ kitabının macerasını, sinemanın hayatındaki yerini ve festivaldeki en unutulmaz anılarını paylaştı.

Virna BANASTEY Sanat
17 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevgili Viktor, sinemanın senin için bir hobi olduğunu ve sana sayısız dost kazandırdığını yazmışsın kitabının sonuç bölümünde. Bu dostlar kimlerdi? Hayatına neler kattı? Sinema ile hayatında neler değişti?

Hayatta dost biriktirmenin para biriktirmekten daha önemli olduğuna inanırım. Dostluklar insanların zenginliğidir. 50 yıl boyunca Cannes Festivalleri sırasında edindiğim dostlukları bugün de sürdürüyorum.

1972 yılında tanıdığım Atilla Dorsay’ı son yıllarda haftada 3-4 kez görüyorum. Sinema eleştirmeni ve sinefillerden oluşan ‘Sinema Ortak Aşkımız’ adlı 20-25 kişilik grubumuz, üç yıldır her ayın son pazarı bir araya geliyor. Bu yemekli toplantılarda, seçilen bir konu etrafında saatler süren keyifli sohbetler yapıyoruz.

1966 yılındaki ilk festivalimde, basın listesinin Türkiye bölümünde (benden başka) tek gazeteci vardı; Tuncan Okan. Türk basınına batılı anlamda film eleştirisi konseptini kazandıran Okan, acemilik yıllarımda bana yol göstericilik yaptı.

80’li yıllarda tanıdığım komple gazeteci-müzik adamı Selmi Andak çok renkli bir kişilikti. Ömrünün son aylarını geçirdiği Balat Or Ahayim Hastanesinde kendisini ziyaret etmiştim.

İtalya’da yaşayan, uluslararası alanda büyük başarı kazanmış Suavi Sonar’la 80’li, 90’lı yıllarda çok keyifli festivaller yaşadık. Dünyanın en ünlü mecmualarına kapak olmuş fotoğraflarından oluşan bir kolajı göstererek en ünlü oyunculardan randevu almayı başardı. O yıllarda ‘Görünmez Adam’ olarak şöhrete ulaşan Ertuğrul Akbay, acar ve çok becerikli bir fotoğrafçıydı.

Cannes’daki ilk 20 yılımda (gazeteci sayısı sınırlı olduğu için) sayısız kokteyl ve resepsiyona davet edilirdik. O yıllarda lokantaya para veren gazetecileri döverlerdi. Cannes’daki Türk gazeteciler resepsiyonlarda bir araya otururlardı.

Atilla Dorsay’ın dışında, FIPRESCI Başkanı Alin Taşçıyan, Esin Küçüktepepınar ile köklü dostluklar oluşturdum. Projeksiyon öncesi salona ilk girenin diğer Türk arkadaşları için yer ayırması adettendi.

Sinemanın hayatıma katkısına gelince, ticaret hayatımda emekliliğe ayrılmaktan hep korktum. Emeklilik hayatımın ilk aylarında Cannes anılarımı yazarak işsiz kalmanın bıraktığı boşluğu doldurabildim. Hafta arası, SİYAD üyeleri için yapılan basın gösterimlerinde filmleri vizyona girmeden önce izleme olanağına kavuştum.

Cannes Film Festivaline katıldığın ilk yılı, izlenimlerini, yaşadığın heyecanı hatırlıyor musun?

Şalom’un kurucusu Avram Leyon’un imzaladığı akreditasyon talep formu sayesinde 1966 yılında Cannes’a gittim. Çiçeği burnunda bir sinefil olarak kendimi oyuncak dükkânında ‘ne istersen seç’ denilen çocuklara benzetiyordum.

O yıllar katılan gazeteci sayısı 900 idi (Son yıllarda bu rakam 4600). Basına ayrılan kontenjandan gecesi 2000 Fransız Frangı olan Carlton’da sembolik bir rakam (33 Frank) karşılığında kaldığımı hatırlıyorum.

François Truffaut, Louis Malle, Jacques Rivette, Jean-Luc Godard gibi hayranı olduğum Yeni Dalga akımının temsilcileri ile konuşmak, basın konferanslarında kendilerini dinlemek heyecan vericiydi.

Bu kitabı alan okurlar, sayfalarda neler bulacaklar?

Kitabım, sinema dünyasının son 50 yılına Cannes penceresinden bakma iddiasını taşıyor. 50 yılda yaşadıklarımı bir ‘anılar galerisi’ olarak anlattım.

Kronolojik sırayla değil, filmlerini izlediğim basın konferanslarına katıldığım yönetmen ve oyuncuları tek tek ele alarak, kariyerlerindeki Cannes duraklarına odaklanarak anlatmayı tercih ettim.

Onların hayatlarına giren eş ve sevgililerini Cannes galalarında ve resepsiyonlarda gördüğüm kadarı ile anlattım. Kulis arkası olayları ve dedikoduları da, yıllar boyu tuttuğum notlardan naklettim. Kitabımın yazım süreci belki yorucu ama çok keyifli oldu.

Senin için Cannes’da yaşadığın en unutulmaz anı nedir?

Cannes’da yaşadığım en unutulmaz anı, festivali izlemek için gittiğim Cannes’da, Fransa’da Mayıs 1968 olaylarını yaşamaktı. Öğrenci ve işçi ayaklanmasının tüm Fransa’ya yayılmasıyla 1968 festivali yarıda kalmıştı. Uçak, tren, otobüs şirketlerinin genel greve katılması, benzin istasyonlarının da faaliyetlerini durdurmaları ile Cannes’da hapis kalmıştık.

Oradan ayrılabilmenin tek yolu, deposu benzin dolu bir araba bulmaktı. Okurlarımın kitabımda keyif alacakları bölümlerin başında bu serüvenim olacak.

1966 yılında bir galada ilk kez gördüğüm Monaco Prensesi Grace’in kraliyet sarayında basına açık bir davet verdiğini öğrenmiş ve o gece Monte Carlo’ya gitmiştim. Çok renkli bir anımdı.

 Uzun yıllar Cannes Film Festivalini yerinde takip etmiş bir gazeteci olarak Türk sinemacılarının Cannes macerasını nasıl değerlendirirsin?

Cannes Film Festivali’ne damgasını vuran ilk Türk yönetmen Yılmaz Güney’dir. 1982 yılında ‘Yol’ filmi, Costa Gavras’ın ‘Kayıp/Missing’i ile Altın Palmiye Ödülü’nü paylaştı.

Yılmaz Güney senaryosunu yazdığı filmi (hapiste olduğu için) yönetememişti. Filmin yönetmeni Şerif Gören olduğu halde ‘Yol’un her ortamda bir Yılmaz Güney filmi olarak kabul görmesine Şerif Gören hep itiraz etti.

Yılmaz Güney’in ertesi yıl yaptığı ve yaşamındaki son filmi olan ‘Duvar’ da Cannes’da gösterildi. Ankara Merkez Cezaevindeki çocuk koğuşunu anlatan filmi Cannes’da izlediğimde düş kırıklığı yaşamıştım. Ancak başta ev sahibi Fransa olmak üzere uluslararası basın filme büyük ilgi göstermişti. Ama bence bu ilgi ‘Duvar’ın sinematografik yapısına değil, hapis yatan bir mazluma duyulan sempatiden kaynaklanıyordu.

Cannes’da yarıştığı beş filmle (biri Altın Palmiye olmak üzere) altı ödül kazanan Nuri Bilge Ceylan son 15 yılda festivale damgasını vuran Türk yönetmendir. Ceylan’ın 2003’te ‘Uzak’ ile başlayan Cannes’daki yarışma macerası, bu filme verilen iki ödülle taçlandırılmıştı. Buradaki Jüri Büyük Ödülü’nü (ikincilik) 2008’deki ‘Üç Maymun’la gelen En İyi Yönetmen Ödülü takip etti.

2011’deki ‘Bir Zamanlar Anadolu’daki Jüri Büyük Ödülü’nden sonra sıra Altın Palmiye’ye gelmişti. Üç yıl sonra o da oldu. ‘Kış Uykusu’ ile Nuri Bilge Ceylan en büyük ödüle ulaştı.

O yıl İstanbul’a dönüş yolculuğumda, filmin yapımcısı Zeynep Özbatur Atakan’ın elinde kocaman portakal renkli bir torba görmüştüm. İçinde Altın Palmiyeli kutunun bulunduğunu tahmin edip, göstermesini rica etmiştim. Hayatımda ilk defa bir Altın Palmiye Ödülü’nü yakından görüyordum. Chopard yapımı bu kristal heykelcik ile resim çektirmek çok keyifliydi.

Aslında Cannes’da çok sevilen ve takdir gören Nuri Bilge Ceylan’ın Türk sinemasını onurlandıran yükselişinin tanığı olmak, benim için gurur vericiydi.

Hamburg’da doğan, sinema kariyerini Almanya’da sürdüren Fatih Akın’a ‘Türk-Alman’ yönetmen deniliyor. Ancak bu yıl ‘In the Fade’ ile yarışma listesinde yer alan Fatih Akın Cannes’da Alman sinemasını temsil ediyor.

Anılarını kitaplaştırma serüveni nasıldı senin için? Matbaadan çıkan kitabı ilk eline aldığında hislerin ne oldu?

Anılarımı yazmayı bitirince Cannes’da tanıdığım sinema adamları hakkında hazırladığım dosyaları tasnif etmeye başladım. Bu dosyaların tümüne kitabımda yer vermekle çok kalın bir kitap olacağına kanaat getirdim. Bazı bölümlerden feragat etmem gerektiğinden, ‘Sophie’nin Seçimi’ gibi fedakârlıklar yapma durumunda kaldım.

Yayınevi arayışına gelince ilk akla gelen, kitap yayınlayan bir araştırmacı arkadaşım oldu. Telefonuma “Sinema beni ilgilendirmiyor” cevabını verdi. Yine, işleri arasında kitap yayıncılığı olan iki kardeşle temasa geçtim. Elimdeki kitap taslağını gönderdim, birkaç hafta sonra editörleri bir hanımdan soğuk bir e-mail aldım: “Kitabınız konseptimize uygun değil” diyordu.

Ünlü yayınevlerinin gelen tekliflere en az üç ay sonra cevap verdiklerini öğrendiğimde sabırsız bir yaratılışta olduğum için pes ettim. Projemi rafa kaldırdım. İki yıl orada kaldı.

Bu duruma üzülen, tiyatro eleştirmeni arkadaşım Robert Schild işin peşini bırakmadı, yayınevi arayışına koyuldu. Buldu da. Aldığı randevuya gittim ve kitabım okuyucusuyla buluşma fırsatını bulmuş oldu. Matbaadan çıkan kitabı ilk ele aldığımda heyecan duymadım. Çünkü yayınevleri sürekli olarak “Türkiye’de sinema kitabı satmaz” söylemini tekrarlıyorlardı.

Sinema kitabı yazan arkadaşlarım da bizde Batı standardında talep olmadığını söylüyorlar.

Ancak kitabın lansman toplantısında eleştirmen dostlarımdan aldığım övgülerle, imza günlerinde yoğun tebriklerle emeğimin karşılığını aldığımı düşünüyorum.