Scorsese’nin 30 yıllık projesi

Üç Cizvit rahibin öyküsü ‘SILENCE’ kaçınılmaz olarak Hıristiyanlık propagandası yapıyor

Viktor APALAÇİ Sanat
3 Mayıs 2017 Çarşamba

‘SILENCE’

Yön: Martin Scorsese

Sen: M. Scorsese- Jay Cocks

Gör: Rodrigo Prieto

Müz: Kathryn Kluge- Kim Allen Kluge

Oyn: Andrew Garfield- Adam Driver – Liam Neeson – İssei Ogata – Yosuke Kubozuka

Japon Katolik yazar Shusaku Endo’nun romanını ikinci kez beyaz perdeye taşıyan Martin Scorsese, Hıristiyanlığı yaymak amaçlı yabancı ülkelerde misyonerlik yapan üç rahibin öyküsünü anlatıyor. Japonya’da dini inkâr ederek geri dönmeyen akıl hocaları rahibin gizemini çözmek için yöreye giden iki Portekizlinin acılarla dolu yolculuğu, filmde şiddet, inanç, fedakârlık temaları eşliğinde anlatılıyor. Roland Joffe’nin başyapıtı ‘Mission’u akla getiren ‘Silence’ ıstırap duygusunu işlemede çok başarılı. 2 saat 40 dakikalık süresine rağmen, iki rahibin yıkıma sürükleniş öyküsü baştan sona ilgiyle izleniyor.


1942’de New York’ta doğan, yönettiği filmlerle yirmi Oscar ve on Altın Küre Ödülü kazanan, yönetmen- senaryo yazarı- yapımcı Martin Scorsese, birçok eleştirmene göre yaşayan sinema adamlarının en önemlisi.

Suç dünyası ve mafya üzerine sayısız kaliteli film ve başyapıta imzasını atan Scorsese ‘Günaha Son Çağrı/ The Last Temptation of Christ’ (1988) ve ‘Kundun’ (1997) gibi filmleriyle dini konulara el atarak, türler arasında dolaşmaktan hoşlanan bir yönetmen olduğunu kanıtladı.

Scorsese, 25. uzun metrajlı filmi ‘Silence’da Japon Katolik yazar Shusaku Endo’nun 1966 tarihli romanını (ikinci kez) beyaz perdeye taşıyor. 1971’de Misahiro Shinoda’nın aynı adlı filminden sonra, 30 yıldır üzerinde çalıştığı projeyi, Scorsese (Jack Cocks’un işbirliğiye) senaryolaştırdı.

‘Günaha Son Çağrı’ ile Hıristiyan dünyasının tepkisini çeken Scorsese, dini yaymak amaçlı yabancı ülkelerde misyonerlik yapan rahiplerin öyküsünde, kaçınılmaz olarak Hıristiyanlık propagandası yapıyor. Film bu yönüyle, İngiliz-Fransız yönetmen Roland Joffe’nin başyapıtı ‘Mission’u akla getiriyor.

Talihin garip bir cilvesi olarak, iki yönetmen 1986 Cannes Film Festivalinde karşı karşıya geldiklerinde, Scorsese ‘Geç Saatler/ After Hours’ ile yarışmadan eli boş ayrılırken Joffe’nin filmi Altın Palmiye’nin galibi oluyordu.

Japonya’da Budist yönetimin gizli Hıristiyan halka uyguladığı şiddet, işkence ve katliamı inanç üzerinden sorgulamalar içeren bir atmosfer içinde işleyen Scorsese, din adamları üzerine ilginç şeyler söylüyor.

Rahiplerden birinin kayıp misyoneri bulmak için arkadaşından ayrılarak çıktığı zorlu yolculukta, yerel güçlerin eline düşüp engizisyonun başındaki yaşlı liderin psikolojik işkencesine uğradığını görürüz. Fiziki işkenceye rağmen Hıristiyanlıktan çıkmayı reddeden rahip kendisini adeta İsa’nın yerine koyuyor.

Scorsese, inanç, tutku ve fedakârlık temaları etrafında, ıstırap duygusunu işlemede çok başarılı.

Film, dini, en dirençli, en inançlı, en güçlü olanın bile mücadelede zorlandığı bir savaş alanı olarak tasvir ediyor. İnsanoğlunun şiddete olan yatkınlığı şüphe, ego, direnç gibi temaların da hakkı veriliyor.

FİLMİN GÖRÜNTÜLERİ ve OYUNCULARI MÜTHİŞ

1633’te başlayan filmde, Portekizli genç Cizvit rahipleri Sebastian Rodrigues (Andrew Garfield) ve Francisco Garpe’nin (Adam Driver), kendilerine yıllarca akıl hocalığı yapmış Cristovao Ferreira’nın (Liam Neeson) Japonya’da dinini inkâr edip yöreden bir kadınla evlendiğini öğrenirler.

Hıristiyanlığı yaygınlaştırmak için Japonya’ya giden akıl hocalarının bu davranışına inanmakta zorluk çeken iki genç rahip, durumu kendi gözleriyle görüp incelemek, bir yandan da misyonerlik görevlerini sürdürmek için tehlikeli bir yolculuğa çıkarlar. 

Çin üzerinden Japonya’ya gizlice girip, burada inançlarını gizli olarak sürdüren Hıristiyanlara yapılan baskı ve zorbalıklara tanık olurlar. Tamamen yabancısı oldukları bir kültür ve coğrafyada, iki idealist rahip baskı ve işkenceyle karşılaşırken, Budist yönetimin zulmü karşısında önemli kararlar alma durumunda kalırlar.

Engizisyonun yaşlı yöneticisi İnove’nin (İssei Ogata) eline geçen, Hıristiyanlıktan çıkması için türlü işkencelere maruz bırakılan Rodrigues’in boyun eğmemesi üzerine yerel müritler vahşice öldürülür. Genç rahip Fransisco’nun yakalanması, yazgısının belli olması, katliamların artması, Ferreira’nın çıkıp gelmesiyle, Rodrigues önemli bir kararın eşiğine gelir.

Gangster filmlerinde hızlı, akıcı, sürükleyici üslubuna alışık olduğumuz Martin Scorsese, ‘Silence’ta iki Portekizli rahibin yıkıma sürüklemiş öyküsünü, bir iç yolculuk olarak ele alıp, yumuşak ve ağır bir tempoyla anlatıyor.

Meksikalı usta kameraman Rodrigo Prieto’nun nefis fotoğrafları, sinematografik açıdan kusursuz teknik destekle çekilmiş filme zenginlik katarken, mükemmel ve uyumlu bir oyuncu kadrosu, ‘Silence’ı izlemeye değer bir film yapıyor.

Bu yıl Mel Gibson’un ‘Savaş Vadisi/Hacksaw Ridge’ filmindeki rolüyle Oscar’a aday gösterilen Andrew Garfield, kendi gibi iskelete dönmüş haliyle Adam Driver, iki misyoner rahibi başarıyla canlandırıyorlar. İki ünlü Japon oyuncu, engizisyon lideri Inoue’de Issei Ogata, oportünist köylüde Yosuke Kubozuka, eski tüfeklerden Liam Neeson oyuncu kadrosunun başarısına destek veriyorlar. Çocukluğu astım hastalığıyla mücadele içinde geçen Martin Scorsese, öğrenim yıllarında rahip olmayı düşlüyordu. Ancak 1960’da girdiği New York Üniversitesi Sinema Bölümünü dört yılda bitirdi. Parlak kariyerine de dine odaklanan üç film sığdırdı.

 

THE LOST CITY OF Z - BOLİVYADA BİR İNGİLİZ KÂŞİF

Cannes Film Festivalinde ülkesini dört kez temsil edip, her defasında eli boş dönen Amerikalı senarist- yönetmen James Gray (48), son filmi ‘Kayıp Şehir Z/The Lost City of Z’ ile bir biyografi uyarlamasıyla karşımızda.

David Grann’in, İngiliz kâşif Percy Fawcett’in gerçek hayat hikâyesini anlatan aynı adlı romanından alınan filmin senaryosu da James Gray’e ait.

Yükselme arzusu içinde olmasına rağmen İngiliz ordusunda istediği hedeflere ulaşamayan Binbaşı Percy Fawcett için, Güney Amerika’ya tayin edilmesi, kolladığı başarıya ulaşması için iyi bir fırsattır. Uzak ülkelerin bile kaderleriyle oynamaya meraklı İngiltere için, Bolivya ile Brezilya arasında sınır çizimi için hakemlik yapma teklifini alması bulunmaz bir fırsattır.

Zira o yörede bol miktarda kauçuk çıkmaktadır. Babasının kötü şöhreti yüzünden kıdem alamayan Fawcett, bu keşif görevinde başarılı olması halinde terfi edebilecektir.

Latin Amerika’nın balta girmemiş ormanlarında, uygarlıktan uzak kabilelerde yaşayan yerlileri rahatsız eden bu keşif yolculuğu sırasında Fawcett eski bir uygarlığın kalıntıları ile karşılaşır. Amazon ormanlarında ‘Z’ adını verdiği bir kayıp şehrin keşfinde ısrar eden binbaşı, hayatını adadığı bu gaye uğruna bölgeye üç kez gider.

Emperyalist Avrupalıların yabancı topraklarda ve sömürgelerinde doymak bilmez hırsını, Bolivya’ya yollanan bir asker üzerinden anlatan film, temposu hiç düşmeyen, belgesel tadında bir yapım.

Üçüncü ve son yolculuğuna, kendisiyle aynı ideali, kayıp şehri keşfetmeyi paylaşan oğlu Jack ile çıkan, uygarlığın kalbine gizemli bir maceraya atılan kâşifin öyküsü, aynı zamanda öğretici de.

İyi bir öykü anlatıcısı olduğunu ‘Little Odessa’ (1994), ‘Two Lovers’ (2008), ‘The Immigrant’ (2013), ‘Gecenin iki Yüzü’ (2007) gibi yüksek tempolu filmlerle kanıtlayan James Gray, bu tarihsel dramda da ustalığını gösteriyor.

Yönetmene, Woody Allen’in görüntü yönetmeni olarak bilinen, Tahran doğumlu, İranlı kameraman Darius Khondji enfes görüntüleri ile destek veriyor.

1905 ile 1925 yılları arasında, üç çocuğuna da kavuştuğu 20 yıllık bir zaman dilimine yayılan, dönemin bilimsel otoritelerin yerli halklara ön yargılı yaklaşımına rağmen mücadelesini inatla sürdüren İngiliz kâşifin öyküsü, izleyicisine “keşif heyecanını” yaşatmayı başarıyor.

Emperyalist geçmişini görmezden gelip, uzak kıtalardaki ilkel yaşamları hor gören, keşif arzusu içinde kıvranan idealistlere çelme takan, ırkçılığını gizlemeyen İngiliz soylularını film hedef tahtasına oturtuyor.

Berlin Film Festivalinde yarışma dışı olarak gösterilen ‘Kayıp Şehir Z’, uyarlandığı romanda yer alan tarihi ve kültürel detayları yeteri kadar kullanmadığı için eleştirilmişti. Ancak James Gray’in anlatım araçlarını kullanış biçimi, hikâyeye hizmet eden güçlü müzikleri, Kuzey İrlanda ve Kolombiya ormanlarına ait etkileyici görseller, eleştirmenlerden iyi not almıştı.

Tabii ki film, Werner Herzog’un ‘Aguirre: Tanrının Gazabı’ ve Francis Ford Coppola’nın ‘Kıyamet’ gibi türünün başyapıtları ile kıyaslandığında, sönük kalabilir.

Fawcett’i ve yol - kader arkadaşını oynayan Charlie Hunnam-Robert Pattinson, fedakâr eşi canlandıran Siena Miller’den oluşan filmin oyuncu kadrosunun başarılı olduğu söylenebilir.