Sinema şöleni geride kaldı

Baharın müjdecisi, 11 günlük İstanbul Film Festivali zengin programıyla sinemaseverleri mest etti

Viktor APALAÇİ Sanat
19 Nisan 2017 Çarşamba

Her zevke hitap eden 200’ü aşkın filmlik programıyla

36. İstanbul Film Festivali dokuz salonda, 11 gün süresince sinemaseverlere doyumsuz güzellikte bir seçki sundu. Her zaman olduğu gibi, keyif almadığımız filmleri görmezden gelip, keşfettiğimiz kaliteli yapımlara odaklanan iki yazıda, festivalin öne çıkan filmlerini ele alacağız. İlk yazımızda Nazi rejiminin açtığı yaralara değinen üç filmi, iki otobiyografik eseri ve Dalida’nın biyografisini çizen filmi anlatacağız.

Bu yıl, sponsorsuz kaldığı için kendi yağıyla kavrulan 36. İstanbul Film Festivali açılışını TİM’de yaptı. Shakespeare oyuncusu, efsanevi sinema aktörü İngiliz İan Mc Kellen, onur ödülü elinde, yaptığı birleştirici konuşmayla gönülleri fethetti. Sanatçı ayrıca Atlas Sinemasında yapılan ‘Richard III’ adlı filmin gösteriminde hazır bulundu.

CANET ORTA YAŞ KRİZİYLE DALGA GEÇİYOR

Fransız sinemasının genç yeteneklerinden, aktör-senarist, yönetmen Guillaume Canet, beşinci uzun metrajlı filmi ‘Rock’n Roll’de sinema dünyasına ve yakın çevresine, mizah dolu bir eleştiri getiriyor.

43 yaşındaki sanatçı, çevirmekte olduğu bir filmde, yönetmeninden artık filmleri taşıyacak cazibesi kalmadığını duyunca orta yaş krizine girer. Tersini kanıtlamaya çalışırken komik ve acınacak durumlara düşer.

Umursamaz bir tavır takınırken, Canet erkeklik halleri üzerine sağlam durum tespitleri yapıyor. Diane Kruger’den boşanıp evlendiği, Oscar Ödüllü güzel eşi Marion Cotillard, can dostu, karizmatik aktörler Gilles Lelouche ve Yvan Attal, efsanevi rock’n roll idolü Johnny Hallyday ve tabii kendisi filmde kendilerini oynuyor.

Xavier Dolan’dan filminde oynaması için teklif alan Marion Cotillard’ın, Quebec’te çekilecek filmde Kanadalı aksanı ile konuşabilmesi için evde pratik yaptığı sekanslar filmin en keyifli anları.

Canet’nin “Ben daha ölmedim” diyerek girdiği tuhaf kılıklar, kendi yüzü ve bedeni üzerinde yaptığı garip müdahaleler filmde bazı sarkmalara yol açıyorsa da, ‘Rock’n Roll’da özgüven sahibi bir sanatçının kendiyle acımasızca dalga geçmesini izlemek son derece keyifli.

DALİDA’NIN TRAJİK HAYAT HİKÂYESİ

Bir başka Fransız, aktris-senarist-yönetmen Lisa Azuelos, ‘Dalida’ ile bir dönem yalnızca Fransa’nın değil tüm dünyanın süperstar şantözü Dalida’nın trajik hayat hikâyesini, sanatçının unutulmaz şarkıları eşliğinde anlatıyor. Faslı bir baba ve aktris-şarkıcı Marie Laforet’nin kızı olan Lisa Azuelos, bu dördüncü uzun metrajlı filminde, karizmatik kişiliği ve müziğiyle dünyaya karşı duran Dalida efsanesini beyaz perdeye taşıyor.

1933’te Kahire’de doğumundan, Paris’in ünlü müzikholü Olympia’da Bruno Coquatrix tarafından işe alınıp ilk kez sahneye çıkışı, radyo sahibi Lucien Morisse’nin himayesine girmesi, sonra onunla evlenmesi, disko geceleri, dev başarısı ve karmaşık özel hayatı filmde akıcı bir tempo eşliğinde anlatılıyor.

Hayatına çok sayıda giren erkeklerle (intihar eden Luigi Tenco dâhil) yaşadığı, çoğu kötü biten gönül ilişkileri, karmaşık ve karizmatik kişiliği, hayatının taşlarını oluşturan önemli turneleri, filmde unutulmaz şarkıları eşliğinde anlatılıyor. Dalida’yı, sanatçıya benzerliğiyle dikkat çeken İtalyan aktris Sveva Alviti başarıyla canlandırıyor. Dalida, 1987’deki trajik ölümüne rağmen hâlâ birçok kişinin gönlündeki yerini koruyor.

RUS GÖZÜYLE HOLOKOST

Komünist şair Sergey Mikhalkov’un oğlu, ünlü yönetmen Nikita Mikhalkov’un (72) ağabeyi, tiyatro ve sinema yönetmeni Andrei Konchalovsky (80) son filmi ‘Cennet/Paradise’da kamerasını Holokost’a çeviriyor. 

‘Maria’nın Aşkları’ (1984) başyapıtından hatırladığımız Rus usta, senaryosunu yazdığı filmde, bizleri 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan insanlık dramına götürüyor.

Fransız direnişine katılan Rus barones Olga’yı izleyen filmin konusu Fransa, Almanya, İtalya, Rusya ve çeşitli temerküz kamplarında geçiyor. Olga yakalanarak, Gestapo ile işbirliğine giren Fransız komiser Jules’ün karşısına çıktıktan sonra ölüm kampına gönderilir. Gerçek bir cehennem olan kampta Olga’yı bir sürpriz beklemektedir. Kamplarda Nazi subaylarının yaptıkları yolsuzlukları ortaya çıkarmak için gönderilen SS subayı Helmut, İtalya’da tanıdığı Olga’ya yıllardan beri âşıktır ve onu kurtarmaya niyetlidir.

Krematoryum bacalarından çıkan küllerin ve kokuların içinde ölüm sırasını bekleyen dindaşlarından ayrılarak Helmut’un hizmetçisi ve yatak arkadaşı olan Olga’nın yazgısı, Helmut’un stratejisi sayesinde değişecektir.

Andrei Konchalovsky’nin filme adını verdiği ‘Cennet’ aslında öteki dünyadır. Bembeyaz bir fonun önünde, beyaz giysileri içinde, filmin kahramanları, ölümlerinin ardından kameraya karşı samimi diyaloglar eşliğinde itiraflarda bulunurlar. Yolları kesişen, artık yalan söylemeye ihtiyacı kalmayan bu karakterlerden olayların gelişmesini izleriz.  

Siyah-beyaz, 16 mm ve 35 mm çekimlerin bir araya getirildiği, ustalıklı bir kurgu anlayışıyla, geriye dönüşlerle karakterlerin birbirleriyle ilişkilerini öğrendiğimiz, birinci sınıf görüntü yönetimiyle dikkati çeken ‘Cennet’ gerçekçi ve sürükleyici bir dönem filmi.

Konchalovsky Holokost’a özgün bakışıyla öne çıkan bu filmiyle, son Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandı. Müthiş oyuncu kadrosunda, Olga’yı mükemmel bir performansla canlandıran, Rus aktris Julia Vysotskaya öne çıkıyor.

NAZİ ASKERLERDEN KAÇAN ÇOCUKLAR

Holokost’u işleyen bir başka kaliteli film Fransa’dan geliyor. Fanny Ben-Ami’nin Nazi işgali altındaki Fransa’da geçen çocukluk anılarını anlattığı otobiyografik romanından uyarlanan ‘Özgürlüğe Doğru/ Le Voyage de Fanny’ yüreklere hitap eden bir film. Yönetmen Jacques Doillon’un baba mesleğini seçen kızı Lola Doillon (42), bu üçüncü uzun metrajlı filminin senaryosunu, kadın yazar Anne Peyregne ile yazmış.

Lola Doillon’un eşi Cedric Klapisch (56) de sinema yönetmeni.

Çocuklarını Gestapo’nun takibinden kurtarmak isteyen ailelere ve ebeveynleri toplama kampına yollanan çocuklara yardım elini uzatan Fransız direniş örgütüne bağlı bir grubun, Yahudi çocukları Nazi işgali altındaki Fransa’dan İsviçre’ye kaçırmalarının öyküsünü anlatıyor film.

12 yaşındaki afacan ve zeki bir çocuk olan Fanny, bir yandan iki küçük kız kardeşine göz kulak olmakta, bir yandan da ailelerinden uzakta, kendileri gibi çocukların bulunduğu bir yuvada hayata devam etmeye çalışmaktadır. Cecile de France’ın canlandırdığı bir direnişçi, çocukları kaçırma planının işleyişini sağlamaktadır.

Yolda çıkan engeller sebebiyle şartlar değişince Fanny, sekiz çocuğun önderliğini üstlenip İsviçre sınırına varmak üzere yola çıkar. Nazi işgali altındaki Fransa’yı boydan boya geçen dokuz çocuk, ilginç insanlarla karşılaşacak, birçok tehlikeyi atlatacaktır.

‘Özgürlüğe Doğru’ düzgün bir sinematografi eşliğinde, korku, kahkahalar ve sürprizlerle dolu bir dayanışma, dostluk ve büyüme hikâyesi anlatıyor.

STEFAN ZWEİG’İN SON YILLARI

Nazilerden kaçan, bu kez Avusturya Yahudi’si bir yazar, Stefan Zweig’in Amerika’daki son yıllarını anlatan ‘Şafak Sökmeden/ S. Zweig, Farewell To Europe’ ünlü Alman aktris Maria Schrader’in ikinci yönetmenlik denemesi.

Avrupa’nın en prestijli yazarlarından biriyken Nazi baskısından kaçıp Güney Amerika’da kabul gören Stefan Zweig’in Buenos Aires, Brezilya ve New York arasında geçen sürgün yıllarını anlatan film, sağlam rejisi ve mükemmel oyuncu kadrosunun varlığıyla, Avusturya’yı Oscar’larda temsil etti.

Film, Stefan Zweig’in (Josef Hader) eşiyle (Aenne Schwaz) sürgünde geçen 15 yılını, iyi ilişkilerini sürdürdüğü ilk eşi (Barbara Sukowa) ile karşılaşmalarını, Güney Amerika’nın birçok şehrinde, onuruna hazırlanan törenlerdeki konuşmalarını, Nazilerden kaçabilmeleri için vize talebinde bulunan meslektaşlarına yaptığı yardımları anlatıyor.

Film, üzerindeki baskıyı kaldıramayan Zweig’in ve hasta karısının, Şubat 1942’deki intiharı ile noktalanıyor. Yönetmen Schrader, henüz ikinci filmini gerçekleştiren bir sanatçıdan beklenmedik bir beceri ile, intihardan sonra yan yana yatan Zweig çiftini, dehşete kapılan yakınlarını, açılan bir dolap kapısı aynasından gösteriyor. Bu mükemmel finale, Zweig’e benzerliği ve olağanüstü performansı ile dikkati çeken Avusturyalı aktör Josef Hader ile eski tüfeklerden Barbara Sukowa’nın becerilerini eklersek ‘Şafak Sökmeden’in festival izleyicilerini büyülediğini söyleyebiliriz.

‘Aimée ve Jaguar’ adlı filminden takdir ettiğimiz Maria Schrader, Zweig’in ‘Yeni Dünya’da kendine bir yuva bulmaya çalışırken ne denli yorgun düştüğünü ve Nazi Almanya’sındaki gelişmeler karşısındaki felsefi duruşunu mükemmel yansıtıyor.

SCHLÖNDORFF’UN SÜRPRİZİ

1979 yılında, elinde Altın Palmiye’si ile Cannes Film Festivali’nde gördüğüm Alman yönetmen Volker Schlöndorff’u son dakikada aldığı sürpriz bir karar ile İstanbul Film Festivali’ne katıldığı City’s’deki suarede karşımda görmek son derece keyifliydi. 78 yaşındaki efsane yönetmenin her zamanki zarafetini, sevecenliğini, kibarlığını, alçak gönüllüğünü koruduğunu, filmi hakkında sorulan sorulara benzersiz mizahi yaklaşımıyla akıllı ve etraflı cevaplar verdiğini gördüm. Son Berlin Film Festivali’nde yarışan son filmi ‘Unutulmayan Aşk/Return To Montauk’u İstanbul’da takdim etmek üzere gelen Volker Schlöndorff, projeksiyon sonrası yapılan söyleşide müthiş bir detay anlattı.

Filmde, eski eşiyle 20 yıllık bir aradan sonra karşılaşan ünlü bir yazarın öyküsünü anlatırken, “Ben de eski eşim Margarethe Von Trotta’yı bir Amerikan seyahatimde aldatmıştım” itirafında bulundu ve senaryosunun otobiyografik özelliklerini anlattı.

Schlöndorff, Alman sinemasının en ünlü kadın yönetmenleri arasında gösterilen Margarethe Von Trotta ile 1971-91 yılları arasında ikinci evliliğini yaşamıştı.

Tiyatro yazarı Max Frisch’e ithaf edilen ‘Unutulmayan Aşk’, yazarın kısa bir öyküsünden esinlenerek Schlöndorff tarafından senaryolaştırıldı. Filmde ünlü Alman yazar Max Zorn, kitabının tanıtımı için eşiyle birlikte gittiği New York’ta, Doğu Almanya’dan 20 yıl önce ABD’ye yerleşen eski sevgilisi Rebecca ile karşılaşır. Aşkları yeniden alevlenen çift, hafta sonunu birlikte geçirmek üzere Montauk kasabasına gider.

Film, mutlu son bekleyen izleyiciyi ters köşeye yatıran final bölümüyle noktalanır. Sevecenliği ile büyük sempati toplayan Schlöndorff’u ilerlemiş yaşına rağmen hayat dolu, yaratıcılığını sürdüren ve geliştiren bir sanatçı olarak İstanbul’da görmekten keyif aldım.