Referandum bitti, tansiyon niye düşmüyor?

Selin NASİ Köşe Yazısı
19 Nisan 2017 Çarşamba

16 Nisan’da Türkiye’nin geleceğinin oylandığı referandum, evet cephesi lehine sonuçlandı. Halkın yüzde 48,6’sı anayasa reformuna karşı çıkarken, yüzde 51,4’ü Türk tipi başkanlık sisteminin hayata geçirilmesi yönünde hükümete yetki vermiş oldu.

Her ne kadar referandum aritmetiği evet cephesini galip kılmış olsa bile, evet/hayır oyları arasındaki düşük fark, toplumun yarısının yeni anayasaya rızası olmadığını gösteriyor.

Bunun, yönetenler üzerinde baskı yaratacağı kuşkusuz.

Diğer önemli bir nokta, Türkiye’nin GSYH’sının yaklaşık yüzde 62’sini üreten on üç ilde hayır oylarının galip gelmiş olması. Eğitim ve kentleşme düzeyi ile evet oyları arasındaki ters orantıyı da eklersek, adalet, kalkınma ve kapitalist pazarlarla entegrasyon prensipleri üzerinden iktidara yükselmiş bir partinin ısrarcı olduğu sistemin, ülkenin lokomotifi sayılan kesimlerce kabul görmediği ortaya çıkıyor.

Çünkü en basitinden yasama, yürütme ve yargı arasındaki denge mekanizmalarını kaldırarak, tüm idari yetkileri tek kişi elinde bulunmasını mümkün kılan Türk tipi başkanlık sistemi, dış dünyaya entegre olmuş vatandaşa güven vermiyor.

Bu bağlamda, AB Türkiye Raportörü Kati Piri’nin referandum sonuçlarına ilişkin, “Milyonlarca Türk vatandaşı, AB değerlerini sahipleniyor” şeklindeki yorumu oldukça isabetli.

Ancak iktidarın mesajı bu şekilde okuduğuna dair herhangi bir işaret yok. Aksine ilk balkon konuşmasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, idam cezasını referanduma sunulabileceği mesajını verdi.

Kopenhag Kriterleriyle doğrudan çelişen idam cezasının kabul edilmesinin, AB üyelik müzakerelerini otomatik olarak bitirecek bir adım olduğu biliniyor.

O halde, öngörülenin aksine, referandum bitmiş olmasına rağmen gerilim hâlâ neden düşmüyor?

Bunun bir sebebi, başkanlık sistemine geçiş sürecinin erkene alınma ihtimali olabilir. Normal şartlarda yeni sistemin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görev süresinin dolacağı 2019’dan itibaren tam anlamıyla yürürlüğe girmesi bekleniyor. O zamana dek sistemin dönüşümü için gerekli hukuki düzenlemeler yapılacak. Ancak erken seçim kararı ile bu tarihin öne çekilmesi ihtimal dahilinde. Şayet planlanan buysa, Türkiye’nin halen seçim sürecinde olduğunu kabul ederek çıkarım yapmak daha sağlıklı olacaktır.

Öyle olunca, idam cezası tartışmasının neden ilk icraat olarak öne sürüldüğü anlam kazanıyor.

Zaten Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) referanduma ilişkin hazırladığı ön rapor da içeriğindeki eleştirilerden ötürü oldukça tepki çekti. AGİT raporunda, referandum kampanya sürecinin eşit koşullarda yürütülmediği ve Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) mühürsüz zarf ve pusulaların geçerli sayılacağına dair kararı ile seçim güvenliğine zarar verdiğini, yasalarla çeliştiğini belirtti.

AGİT’in raporu seçim sonuçlarının uluslararası meşruiyet kazanması açısından önem taşıyordu. Avrupalı devletler referandum sonuçlarına temkinli yaklaşırken, önceliği güvenlik olan ABD Başkanı Donald Trump Batı dünyasından Erdoğan’ın tebrik eden ilk lider oldu.

 

Şimdi Türkiye ile AB arasında bir diğer kritik eşik, 25 Nisan’da Avrupa Parlamenter Meclisinin Türkiye’deki demokratik kurumların işleyişini ele alacağı oylama. Bu oylamadan Türkiye’nin insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında gerileme gerekçesiyle yeniden denetime alınması kararı çıkabilir.

Böylesi bir karara Türkiye’den gelecek tepkileri tahmin etmek güç değil.

Referandum sonucuna göre aslında makul olan, önümüzdeki dönem, iktidarın, ülke içinde hayır cephesine meyletmiş kesimlerin kalplerini kazanacak, endişelerini giderecek birtakım adımlar atması. Nitekim Başbakan Binali Yıldırım’ın balkon konuşmasındaki birlik mesajları da bu yöndeydi.

Ancak anlaşılan içeride tansiyonu indirmeyi amaçlayan, dışarıya karşı ise sert bir tutum benimseneceği iki yönlü bir strateji izlenecek.

Gerek AB’ye meydan okuyan üslup gerekse Yeni Fırat Kalkanı Operasyonlarının yolda olduğu şeklindeki beyanatlar, başkanlığa giden süreçte iktidarın, milliyetçi refleksleri harekete geçirerek, seçmen desteğini canlı tutmaya devam edeceğine işaret ediyor.

Ancak referandumda neye hayır dendiğini doğru anlaşılmadığı müddetçe, toplumsal kutuplaşmayı giderecek, uzlaşma sağlayacak doğru adımların atılması mümkün görünmüyor.

Bu çerçeveden bakıldığında, özellikle Türkiye’deki yabancı yatırımların yüzde 64’ünün AB merkezli şirketlere ait olduğu düşünülürse,  Avrupa ile yeni siyasi gerilimler hatta kopuşların yaratacağı çalkantılar, Uğur Gürses’in Hürriyet’teki yazısında değindiği harcama odaklı seçim ekonomisinin etkileriyle birleştiğinde olumsuz sonuçlar doğurabilir. Böylesi bir durumda, milliyetçilik üzerinden birleştirilmeye çalışan kesimler, farklı bir cephede, ekonomik kaygılar etrafında kenetlenebilir.