Şeker olmadan asla

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
29 Mart 2017 Çarşamba

Evlenip kendi evime geçtikten sonra anneannem kahve sohbetiyle karışık nasihatlerini sıralamıştı, ‘Mutfağından üç beyazı eksik etmeyeceksin: un, tuz, şeker’. Savaş yıllarının zorluklarını yaşamış biri olarak dönemin izleri yer etmişti. ‘Evden çıkmayacak durumda kalırsan çocuklarına kendi ekmeğini yapabilirsin’ demişti.

Söylediklerinden o denli etkilenmiştim ki ‘üç beyaz’ uzun yıllar evimden eksik olmadı. Şükür ki hep güzel olaylar için kullandım. Çocuklar küçükken, okuldan geldiklerinde, ya da misafirlere ikram için kek, çörek, bisküvi tarzı tatlı/tuzlular her zaman evde bulunurdu. Delikanlı olduklarında yaşam tarzı değişti. Ve kek pişirme devri kapandı. Misafir geleceği zaman pastaneye uğramak daha kolay oldu. Gel zaman git zaman un almaz oldum. Şeker tüketimi giderek azaldı. Zaten kadınlar zayıflama, erkekler kolesterol derdine düşmüşlerdi. Çok sonraları sağlıklı beslenme uzmanları, ‘un, tuz ve şeker’i düşman ilan ettiler. ‘Hayatınızdan çıkarın’ diye fetva verdiler. Her on-on beş senede bir dünya literatüründe benzer kalıplar öne sürülür. Sonra da anti tezi savunulur. ‘İki yumurta beyazından omlet lütfen’ diye az mı, sipariş verdik garsonlara. Neden? Yumurtanın sarısı zararlı denmişti… Şimdilerde beslenme uzmanları, danışanlarına her sabah bir yumurta yemelerini öneriyor.

Un ve tuzdan vazgeçebilirim. Diyabet dostlardan özür diliyorum; şeker olmadan asla! Genelde sorun ne yediğimiz değil, hangi miktarda tabağa aldığımız…

***

Millet olarak stok yapmayı severiz. Bu biraz Doğulu biraz da Akdenizli olmamızdan kaynaklanır. Her an misafir ağırlamaya hazırız. Uzaktan gelenler için mutlaka yatacak yer buluruz. Bunlar işin güzel tarafı.

Hayatımda iki kez farklı stok olayına tanık oldum. İlki 1976 Ecevit döneminde baş gösteren yokluk günleriydi. Sabahın erken saatlerinden başlayan benzin kuyrukları; yağ, ampul hatta tuvalet kâğıdı gibi günlük gereksinmelerin bile bulunmadığı dönemler… O yaz Marmaris’e tatile gittik. Yürüyüş yaparken bakkaldan hallice bir market gördüm. Eşim, ‘Bir bakalım’ dedi, içeri girdik. ‘Kardeş ampul var mı?’ ‘Vaar’. ‘Tuvalet kâğıdı var mı?’ ‘Vaar’ diye sorularımızı cevaplandırırken, bir yandan da yüzümüze tuhaf tuhaf baktı. Alışverişimizi yaptık, otele döndük. Torbaların saklanacak tarafı yoktu. Girmemizle lobide oturan hemşerilerimizin yanımıza gelmesi bir oldu. ‘Nereden buldunuz?’ Yeri tarif ettik. Bir süre sonra onlar da torbalar dolusuyla geri döndüler. Ertesi günü marketin önünden geçtiğimizde kapıda ‘kapalı’ levhasını gördük.

İkincisini, Eylül 1980 İhtilali sırasında yaşadım. Büyükada’daydık. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Sıkıntı vardı ama Ada şehir gibi değildi. İnsanlar balkonlarında oturuyor, yan komşularıyla alçak sesle sohbet ediyordu. Birden kapı çaldı, bakkalın çırağı, içinde bilumum malzeme olan büyükçe bir kutuyu yere bıraktı. ‘Oğlum bu ne?’ diye sorduk. ‘İsmet Abi yolladı’. ‘Biz sipariş vermedik.’ Çocuk, ‘Abim gönderdi’ deyip gitti. Kısa sürede işin rengi belli oldu. Evimizin köşesinde dükkânı olan Bakkal İsmet durumdan istifade mahalledeki herkese bir erzak kutusu hazırlamıştı. Zaten sezon sonuydu. Elindeki stoku bitirmek için bulunmaz fırsattı. Tabii bütün mallar herkesin borç hanesine yazıldı.

Dilerim benzer travmaları bir daha hiç yaşamayız.