Müthiş bir ‘bölünmüş kişilik’ filmi

Hitchcock ustanın ‘Sapık’ başyapıtını akla getiren bu son filmi, Hintli yönetmenin kariyerinde bir kilometre taşı hüviyetinde. Sırtını çok sağlam bir senaryoya dayayan ‘Parçalanmış’, etkileyiciliğini baştan sona sürdüren, sürükleyici bir gerilim filmi.

Viktor APALAÇİ Sanat
1 Mart 2017 Çarşamba

23 ayrı karakteri bünyesinde taşıyan bir sapığın, kaçırdığı üç genç kızı rehin tutmasına odaklanan film sürprizli bir gerilim. Shyamalan, mizanseninde yeraltındaki dehlizdeki sayısız odadan müteşekkil kapalı mekân atmosferini başarıyla kullanıyor. 23 farklı kişiliği canlandıran İskoç aktör James McAvoy, adeta kendini aşarak, müthiş performansıyla harikalar yaratıyor.

 

Hint kökenli Amerikalı senaryo yazarı-yönetmen M. Night Shyamalan’a, henüz 29 yaşındayken yaptığı, korku ve gerilim başyapıtı ‘Altıncı His’ten (1999) sonra, Alfred Hitchcock’un varisi gözü ile bakıldı.

Orson Welles’in, sinema tarihinin en iyi filmi olarak kabul gören ‘Yurttaş Kane’inde olduğu gibi, kariyerinin en iyi filmini ilk uzun metrajlı bu çalışmasıyla veren Shyamalan arkasını pek getiremedi.

‘Altıncı His’ ile En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo Oscar Ödüllerine aday gösterilen Shyamalan, çıtayı öylesine yükseğe koydu ki, ardından ikişer yıl arayla yaptığı yedi filmde hayranlarını düş kırıklığına uğrattı.

Bu dünya ile öteki dünya arasında gidip gelen kahramanlarının korku ve gerilim türündeki filmlerinden sadece ‘Köy/The Village’ (2004) ile ‘Mistik Olay/The Happening’ (2008) beklentilere karşılık verdi.

Hitchcock ustanın ‘Sapık’ başyapıtını akla getiren ‘Parçalanmış/Split’ adlı son filmiyle, Shyamalan’ın son 10 yılda yaşadığı gerileme dönemine son verdiğini görmek sevindirici.

Kariyerinde bir kilometre taşı oluşturacak film, etkileyiciliğini baştan sona sürdüren, sürükleyici bir gerilim. Sırtını, Shyamalan’ın elinden çıkma çok sağlam bir senaryoya dayayan ‘Parçalanmış’, müthiş bir ‘bölünmüş kişilik’ filmi.

Filmin açılış sekansında, ikisi kardeş, üç kızı kaçırdığını gördüğümüz gizemli erkeğin, kişilik bölünmesi yaşayan, 23 ayrı karakteri bünyesinde taşıyan bir sapık olduğunu öğreniyoruz.

Bu alter egoları arasında en baskın olanı, suça meyilli Kevin’dir (James McAvoy). Hayatta diyalog kurduğu tek insan olan kadın psikiyatrı (Betty Buckley), kendisinin kişilik bozukluğu olan bir psikopat olduğunun bilincindedir. Ancak henüz ortaya çıkmamış son bir kişilik vardır ki, meydana çıktığında diğer kişiliklerden çok vahşi bir karakterin habercisidir.

Üç genç kızın rehin tutuldukları dehlizden çıkmaları için Kevin’in 23 değişik kişiliğinden kurtulması gerekiyor.

Aralarındaki hırslı, kararlı, güçlü ve zeki bir genç kız olan Casey’in (Anya Taylor-Joy) önderliğinde gençler, hayatta kalabilmek için, Kevin’in içindeki şeytani güce tamamen boyun eğmeden önce kaçmak zorundadır.

SHYAMALAN ESKİ FORMUNU YAKALAMIŞ 

Arkadaşları tarafından suskun ve asosyal bulunan Casey annesiz, babası ve amcası ile büyümüş sorunlu bir kızdır. Zira çocukluğunda amcasından cinsel taciz gördüğünü babasına söylememiştir.

Shyamalan mizanseninde yeraltındaki dehlizdeki sayısız odadan müteşekkil kapalı mekan atmosferini başarıyla kullanıp, gerilim yaratmada ustalığını kanıtlıyor.

Sürprizler barındıran senaryosu karakter tahlillerinde de başarılı. Başta psikopat Kevin olmak üzere, yaralı ruhlara yardımcı olmak için çırpınan kadın psikiyatr ve kurtulmak için değişik planlar kuran Casey karakterleri çok iyi yazılmış.

‘Çoklu kişilik bozukluğu’ hastalığını, vahşi, sapkın, çıldırmış, zalim, sevgiyi tatmamış, hastalıklı kişilikler üzerinden gösteren Kevin’i, 9 yaşında bir çocuk, orta yaşlı bir kadın, usta bir çizer olarak görüyoruz.

23 ayrı kişiliği filmde canlandıran İskoç aktör James McAvoy kariyerinin bu en başarılı performansında, adeta kendini aşarak, harikalar yaratıyor.

Eski tüfeklerden, deneyimli aktris Betty Buckley, psikiyatr rolünde, ‘The Witch’ ile parlayan genç oyuncu Anya Taylor-Joy, oyuncu kadrosunun başarısına destek veriyor.

Finalde Shyamalan’ın fetiş oyuncusu Bruce Willis’in gözükmesi hoş bir sürpriz. Yönetmen, tıpkı ustası Hitchcock’un yaptığı gibi, her senaryosunda kendine küçük bir rol yazarak, her filmin bir sahnesinde görünme alışkanlığını sürdürüyor.

Özetleyecek olursak, sinemanın yaratıcı isimleri arasında gösterilen, gerilim yaratmadaki hüneri bilinen Shyamalan’ın, riskli bir konuyu ele alan ‘Parçalanmış’ ile eski formunu yakalamış görmek, sinemaseverler için hoş bir gelişme.

 

İZLEYİCİYİ İKİYE BÖLEN JARMUSH FİLM

Amerikan Bağımsız Sinemasının ünlü ismi Jim Jarmush, ‘Paterson’ ile sekizinci kez geldiği Cannes Film Festivali’nde izleyiciyi ikiye bölmüştü. Bazı eleştirmenlerin Altın Palmiye’ye layık buldukları filmi, diğerleri ölümüne sıkıcı buldu.

Adı Paterson olan, New Jersey’de ve tesadüftür ki Paterson’da yaşayan bir otobüs şoförünün yaşamından bir haftalık bir kesit sunan film, sade estetiği içinde, detaylarda gizli abartısız bir mizah içeriyor.

Jarmush, kahramanlarını kenarda, köşede kalmış, marjinal ama silik kişilerden seçiyor: Hiç bir sosyal aktivitesi olmayan, ot gibi yaşayan, hafta sonlarını da evinde geçiren bir otobüs şoförü ve bütün gün evini siyah – beyaza boyamaya, kendince siyah – beyaz giysiler dikmeye harcayan, hiç arkadaşı olmayan, kocası gibi asosyal, çocuksuz bir ev kadını…

New Jersey’in Allan Ginsberg, William Carlos gibi şairler kenti Paterson’da yaşayan kendi halinde otobüs şoförü Paterson (Adam Driver), boş zamanlarında not defterine şiir denemeleri karalar. Günlük hayatın sıradanlığından şiir çıkarmaya çalışan Paterson’un kendini kurtaramadığı kasaba rutininde ona bir başka kendine has karakter olan karısı Laura (Golshifteh Farahani) ve evin köpeği eşlik ediyor.

Her sabah 6.30’da kalkan, karısını kucaklayan, ondan gördüğü rüyayı dinleyen, 7.30’da otobüsünü kullanmaya başlayan Paterson, işinin dışında sadece köpeği Marvin’i dolaştırmak için sokağa çıkar, cep telefonu kullanmaz.

Evde kalan sevgili karısı duvarları ve kapıları siyah-beyaz geometrik desenlerle boyar, aynı motiflerden bisküviler pişirir. Birbirlerine karşı son derece müşfik ve anlayışlı olan karı-koca arasında hiç sorun yoktur.

İyi bir dinleyici olan Paterson konuşmaktan pek hoşlanmaz ama yazmak onun tutkusudur. Bir otobüs şoförü olmanın en iyi taraflarından birisi belki de budur: Paterson kendisiyle sık sık baş başa kalıp yanından eksik etmediği not defterine şiirler karalar.

Laura’nın pişirdiği ve kötü bulduğu yemeği dahi, Paterson lezzetliymişçesine afiyet ile yer. Her ikisi de aynı düşünce kalıplarına sahipler. Aralarında en ufak fikir ayrılığı olmadığı gibi, bir ihtilaf da yaşamazlar.

Birbirlerine yettikleri için arkadaşa da ihtiyaç duymazlar. Henüz çocukları yoktur ama İngiliz buldoğu Marvin’in hayatlarında önemli yeri vardır.

Ben bu yaşıma geldim, böyle steril hayatı olan bir çifte rastlamadım. İnsanın hiç mi değişik bir fikri olmaz, hiç mi ihtilafa düşmez? Hiç mi kavga etmez?

Gerçek hayatı yansıtmadığı aşikâr olan filmini Jim Jarmush, Cannes’daki basın toplantısında şöyle tanımlamıştı: “Paterson minimalist bir şiir-filmdir. Edebiyatın şiir dalına saygı duruşu olarak ele almamız gerektiği filmimi, aksiyon filmleri sinemasına, ağır dramatik filmlere bir ilaç olması için çevirdim.”

Jarmush filminin ana temasının, küçük mutluluklarla yetinen kahramanlarının ‘kendi yolunu seçebilmesi’ olduğunu söylüyor. Hafif geri zekâlı, hayalci, itici, inisiyatif alma özürlü, pasif, her daim dalgın bir anti – kahramanı, sevimli ve kendine yakın bulmanın bence iki şartı var: ya benzer bir yaradılışta veya iflah olmaz bir şiir tutkunu olmak.

Salon bulamadığı için vizyona bir türlü giremeyen Martin Scorsese’nin ‘Sessizlik/Silence’ filminin iki başrolünden birini oynayan Adam Driver Paterson’u canlandırıyor. Karısı Laura’yı oynayan Golshifteh Farahani sürgün hayatı yaşayan bir İranlı aktris. (Aman yurtdışı seyahate çıkmasın, Trump onu Amerika’ya sokmaz.)