Referandum, demokrasi ve İsviçre örneği

Alber NASİ Köşe Yazısı
22 Şubat 2017 Çarşamba

Dünya üzerinde Brexit ile başlayan daha sonra ABD’de Trump’ın ayrımcı söylemleriyle başkanlık koltuğuna oturmasıyla daha da şiddetlenen ayrılıkçılık, tedirginlik yaratmaya devam ediyor. Avrupa’nın yakın gelecekteki korkusu ise Fransa ve aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin Lideri Marine Le Pen.

Gerçi Le Pen’in Fransa’da cumhurbaşkanlığına seçilmesi iki turlu seçim sisteminden dolayı biraz zor görünüyor. Ancak sağcı veya solcu seçilecek yeni iktidarın Fransız halkını bir kez daha hayal kırıklığına uğratması Le Pen’in önünü ister istemez açacak.

Sert söylemlerle hem Fransızları, hem Avrupa’yı, hem de dünya ekonomisini tedirgin eden Le Pen, Avrupa Birliği ile ilgili hemen hemen her şeyi referanduma götürmeye hazırlanıyor. AB üyeliği ve Euro en önemli konular elbette. 

Aslına bakılırsa referandumlar belki de demokrasinin yani halkın kendi kendini yönetme sürecinin en önemli öğelerinden biri. Ancak hemen hemen hiçbir yerde tam ve olması gerektiği gibi uygulanmıyor.  Bunun en önemli sebebi ise aslında halkın gerçek anlamda siyasete ve demokrasiye dahil edilmemesi.

Türkiye de dahil olmak üzere seçimler veya referandumlar hemen hemen her yerde risk unsuru olarak görülüyor. Seçimler ve referandumlar özellikle de ekonomik çevrelerce ‘risk’ unsuru olarak görülüyor.

Biraz daha derin bakıldığında aslında sermayenin pek de demokrasiyi umursamadığını, sermayenin aradığının süreklilik ve ölçülü bir istikrar olduğunu anlamak pek de güç değil. Bu bağlamda hemen hemen hiçbir çağdaş demokrasi -önemli ölçüde sermayeden çekindiği için- halkı yönetime etmesi gerektiği kadar dahil etmiyor. Elbette siyasetçiler de işlerine pek karışılsın istemiyorlar ve halkı mümkün mertebe yasama sürecinden uzak tutuyorlar.

Bu arada halk süreçten uzak tutuldukça hem siyasete hem de yasamaya uzaklaşıyor. Demokrasiyi arada bir önüne konan bir sandıktan ibaret olarak görmeye başlıyor.

Referandumların ve doğrudan demokrasinin en iyi işlediği ülke hiç şüphesiz İsviçre. Belki de bu konuda tek doğru örnek de İsviçre. Halk bir anlamda hükümetle beraber yasama yapıyor. 100 bin imzayı toplayan bir yasanın iptalini referanduma götürebildiği gibi bir yasanın çıkmasını için de referanduma götürebiliyor. Bu bağlamda sivil toplum kuruluşlarının çok ciddi siyasi gücü var. Halk, senede iki veya üç kez sandığa gidiyor ve her seferinde en az üç yasa oylanıyor. Birbiriyle alakasız yasalar bir torbaya sokulup halkın onayına sunulmuyor. Her yasa ayrı ayrı oylanıyor. Altyapı yatırım bütçesinden, yol inşaatına, yabancıların statüsünden devlet üst düzey çalışanlarının maaşlarına kadar hemen hemen her konuda referandum yapılıyor. Daha da ilginç olan hükümetin karşı çıktığı yasalar bile meclisten geçip geçmediğine bakılmaksızın referandumda oylanabiliyor. Zaten gelir düzeyi ve eğitim düzeyi dünya ortalamasının oldukça üzerinde olan İsviçre halkı hem siyasette hem de demokraside kendi iradesini gösterme şansını yakalıyor.

Bu tip bir demokrasi sürekli risk altında görülmediği gibi sürekli halkın denetimine açık tutuluyor. Böyle bir yönetim ve demokrasi anlayışı zamanında Avrupa’nın diğer ülkelerinde uygulanıyor olsaydı bugün ne Brexit’ten ne de Le Pen’den bahsediyor olurduk.

Her halükarda, önümüzdeki en az on senelik zaman diliminde, demokrasilerin testlerden geçtiği ve yeniden yapılanması gereken bir süreç olacak. Bu dönemde yukarda belirttiğim gibi demokrasiyle kapitalizmin halka sunulduğu gibi pek de birbirini seven veya beraber yürüyen kavramlar olmadığı, tam tersine aşırı kapitalizmin demokrasiyi yok ettiğini (bu arada aşırı kapitalizm sadece demokrasinin değil teknolojik gelişmenin, ekolojik denge ve insan hakları önünde de çok ciddi bir sorun) ve aynı şekilde demokrasinin doğru ve uygulanması gerektiği uygulanması halinde pek de kapitalizmin dostu olmadığına şahit olacağız.