Şimdi de satranç meselesi

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
11 Ocak 2017 Çarşamba

Medya onları çok seviyor: Eskiden olsa yerel gazetelerin itibar etmeyeceği görüşler, sırf insanları harekete geçirebildiği için ana akımda yer alabiliyor. Devletin resmi televizyonunda konuk edilen zat, namaz kılmayanların hayvan olduğunu buyuruyor, öbür kanala geçiyorsunuz, beriki satrancın haram olduğunu vaaz ediyor. Saçma bir gündem yaratılıp aklımızın ve sabrımızın sınanmadığı gün geçmiyor.

Ancak satranç tartışması, tarihin aktığı şekilde sonuçlandı bu sefer. AB Bakanı Ömer Çelik satranç için “Ben satranç oynarım, herkese de tavsiye ederim oynamasını. Satrancın hele din adına yasaklanması gibi bir şeyi akıldışı bulurum” dedi ve satrancı, aklın meydan okuması olarak tanımladı. Bu, olması gereken tavırdı ve tarihe bakılırsa, pek de şaşırtıcı değildi.

Çünkü hâkim görüş bu aşırılıkta olsa idi, her biri aynı zamanda halife olan Abdülaziz vals besteleyemez, V. Murad piyano çalamaz, II. Abdülhamit -torunu Ertuğrul Osmanoğlu’nun naklettiğine göre- ara sıra rom içemez, son halife Abdülmecid Efendi gönlünce resim yapamazdı; yapsalar tekfir edilirlerdi. Böyle olmadığına göre, sultanların şimdi muhafazakâr arkadaşlarımızın duydukça şaşırdıkları, inanamadıkları şeyleri yapabilmesinin ardında başka bir şey aramak gerektir. Bunun da izini Osmanlı’nın kuruluşunda, onu da geçen yıl kaybettiğimiz hocaların hocası Halil İnalcık’ta aramak gerekir.

İnalcık’ın Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet başlıklı kitabı, İslamiyet’in 600 yıl boyunca Osmanlı Devleti’ndeki etkisini, rolünü anlatıyor. Bunu yaparken de, 9. yüzyılda İslamiyet’le tanışan Türklerin, kendi devlet anlayışlarını İslam dünyasına nasıl taşıdığını, devlet ve hukuk alanlarında bağımsız sivil otoritenin ortaya çıkışı ve onun kanun koyucu gücü lehine yaptığı değişikliği, şeriatın yanında kendine gelişme alanı bulabilen sivil hukuk alanını, tüm bunların oluşturduğu geleneğin bir parçasının da bizzat Osmanlı Devleti olduğunu aktarıyor.

600 yıl tabii bir süreç ve sürecin her parçasının aynı özellikleri gösterdiği iddia edilemez. Zamana göre değişmelerin olacağı açıktır. Ancak geçmişten devreden ve bugün dahi izlerini yakalayabileceklerimizi bu köklerde yakalayabiliriz. Vakıflar meselesini anlatırken yaptığım sıralama, bunun yalnızca bir örneğiydi. Büyük resme bakıldığında görülen, İnalcık’ın da anlattığı gibi, Kuruluş’ta Gazi Beyler ve dervişlerle olan ilişkinin, devlet kurumsallaştıkça zayıflaması ve bu aktörlerin giderek rollerini kaybetmesidir. Devletin kurumsallaşması demek, yeni kurumların oluşturulması, bu kurumların başka bir anlayış çerçevesinde faaliyet göstermesi demek. Devletin kurumsallaşması, Neo-Osmanlıcı hayallerin aksine, dini aktörlerin zayıflaması sonucunu doğurmuştur sonuç itibariyle.

Bugün Türkiye’nin bu geleneğinin bir ayağı Atatürk devrimlerinde, ikinci ayağı da Türklerin İslam dünyasına girip en güçlü devleti kurduktan sonra kazandırdıkları, hakanın mutlak bağımsızlığı ve kamuya ait meselelerde kanun koymanın yalnız hakana/devlete ait olması geleneğidir. Kanun demek, gereken reformları yürürlüğe koyabilmek, yenilik yapabilmek demektir. Övünç meselesi padişahlar kanun yapmakla fark yaratmışlardır. Fatih Sultan Mehmet, Fatih Kanunnamesi’yle örfün hukuk alanına ‘resmen’ girişini sağlamıştır. Ulema, devlet yapısındaki diğer unsurlardan giderek ayrışmaya başlamıştır bu kanunnameyle.

Öte yandan Osmanlı uleması da devletin bağımsız işleyiş ve yasama faaliyetlerini, maslaha denilen Şeriat kuralına göre yorumlamaktaydı: İslam toplumu için daha iyi olan tercih edilmeliydi. Yani norm, kamu yararıydı. (Diyanet’in yılbaşı yorumu tam olarak da buna ters olduğu için insanları rahatsız etti.) Ancak şeriatı daha katı yorumlayanlar, ulemanın onayladığı kanunların Şeriat’a aykırı yenilikler getirildiğini, bid’at olduğunu iddia ederek zaman zaman insanları peşlerine takabiliyorlardı. (Bugün dahi bir yanda Diyanet’in, bir yanda da bir hoca çevresinde grupların oluştuğunu görüyoruz.) Ancak Osmanlı değil Fatih, en zayıf zamanında bile bu aşırıcı görüşleri bünyesinden uzak tutmasını bilmişti. Bir örnek olarak Kadızadelileri, Bad-el harab-ül Basra yazımda anlatmıştım. Yani ona bid’at, buna haram diyerek tüm topluma nizam vermek, eskiden de pek mümkün değildi.

Sonuç olarak her zaman bugünkü gibi o haramdır, bunu yapmayan hayvandır gibi sözler söyleyebilen radikaller çıkardı, ama devlet katında makbul görüşler bu aşırı görüşler değildi ve devlet, bu aşırı yorumlarla yönetilmediği gibi, bu görüşler fazla güç kazandığında kendine yönelebilecek bir tehdit hissedip gereken önlemi almasını da bilirdi.

Son iki haftada olan bitene baktığımızda söyleyebileceğimiz iki söz var. İlki, AB Bakanı Ömer Çelik’i doğru tavrı için tebrik etmektir. Bu gibi yorumların vereceği zararın önüne, bir nebze olsun, kamu erkini elinde bulunduran yetkililer geçebilir. İkincisiyse, bu görüşlerin fazla güç kazandığında devletin kendine tehdit hissetmesi meselesidir. Ne yazık ki bir süredir bu sürecin bir parçasıyız. Bir yandan FETÖ’yle mücadele içindeyken, bir yandan da IŞİD tehditleri altındayız. Devletimizin bu tehditlerden de başarıyla kurtulacağını ümit edelim. Bunun da başı, insanı insana düşman edebilecek, toplumda gerginleşmeyi artıracak aşırı yorumların önünün kesilmesinden geliyor. Tarihimiz bize bunu gösteriyor.