İsmi ile yaşamak…

Rita Ender son çıkan ‘ İsmiyle Yaşamak’ adlı kitabında, Türkiye’de doğup büyüyen, isimleri Türkçe olmayan, yabancı isimlerinden dolayı ‘yabancı’ya dönüştürülen insanların hikâyelerini anlatıyor. Kitap, Ender’in Agos Gazetesi için yapmış olduğu röportajlarının bir derlemesi. Kendisine kitabı ile ilgili merak ettiğim soruları yönelttim.

Işıl AMANOEL Sanat 0 yorum
30 Kasım 2016 Çarşamba

İsmi, en basit anlamı ile “Kişileri diğerlerinden kolayca ayırmak ve belirginleşmelerini sağlamak için kullandığımız sözcükler” diye tanımlıyoruz. Yukarıdaki ifadeye göre ‘ayırmak’ ve ‘belirginleştirmek’ sözcüklerinden, aslında Türk toplumunda yaşayan ve isimleri Türkçe olmayan kişilerin toplum karşısında ilk algılanışlarını anlatmış olabilir miyiz sizce?

Benim için ‘Işıl Amanoel’,  bir ad olmanın çok ötesinde tarihsel ve toplumsal kimliğimi gösteren, kendimi tanımlamamı sağlayan bir nevi aidiyet göstergem. Bu ismin gelip geçtiği yerlerden yanlış yazılmış olmasına kadar birçok hikâyesi var.

Rita Ender, röportajlarında isim – kimlik ilişkisinden yola çıkarak, kişilerin isimlerinin anlamını, isimlerine nasıl sahip olduklarını, bu isimler sebebiyle yaşadıkları deneyimlerini sorguluyor. Kişilerin kimlik sistemlerini okumaya / okutmaya çalışıp, toplumun bu kişileri ne kadar kabullendiği sorusunun cevabını bize sorgulatıyor.

Türkiye’deki azınlıklar üzerine çalıştığını biliyorum. Konuya isim – kimlik ilişkisi üzerinden  bakmaya nasıl karar verdin?

İnsan; kendisini, yaptıklarını, düşündüklerini, söylediklerini, söyle(ye)mediklerini, unuttuklarını, hatırladıklarını, duyduklarını, gördüklerini isminden ayıramıyor. Çünkü insan ismiyle yaşıyor, ismiyle ölüyor ve sonra ismiyle anılıyor. Ve bütün bu süreçte, sahip olduğu, taşıdığı, üzerine yapışan veya can-ı gönülden gidip edindiği tüm kimlikleri, o ismin içinde barındırıyor. Yani kimsenin, ismiyle kimliği birbirinden ayrılmıyor. İşte bu kopuşu olmayan bağ üzerine düşünmek, konuşmak, yazmak çok istedim ve öylece röportajları yapmaya, yazmaya başladım. 

Röportaj yapmış olduğun kişileri neye göre seçtin? Sadece adlarının ‘yabancı’ olması yeterli miydi senin için; yoksa özellikle gayrimüslim azınlıklar üzerine mi çalıştın?

Bence kitabın meselelerden biri zaten bu oldu: Yabancı kimdir? Veya bu adlar kime yabancı? Söyleşi yaptığım 45 kişiden hiçbiri yabancı değil. Hepsi Türkiye’de doğmuş. Fakat içlerinden bazıları gitmeyi seçmiş, bazısı maalesef adeta arkasına bakmadan kaçmış, çoğu hâlâ burada yaşıyor. Hiçbirinin ismi Türkçe değil, ama bence bu onları (bizi) hiç de yabancı kılmıyor.

Her söyleşinin içinde iki temel hikâye var. Biri bu yabancı bulunma meselesi ile ilgili; kişinin sahip olduğu ismiyle; yani aslında Türkiye’de Türk veya Müslüman olmadığına delalet eden, adıyla ne yaşadığı, nasıl yaşadığı, hangi soruları cevaplandırmak durumunda kaldığı ile ilgili. Diğeri, kişinin ismine nasıl sahip olduğuna ilişkin; yani o ismin nasıl seçildiği, nasıl verildiği, neyi sembolize ettiği, neye atıf yaptığı ile ilgili. 

Eskiden isimler kişiye verilirken onun tarihsel, kültürel ve dini anlamı yüklenmekte ve kişinin o anlamı içselleştirmesi beklenmekteydi, ancak günümüzde isimler bu  türden anlamlar ve yükümlülükler taşımıyor, daha çok kulağa hoş gelen isimler seçiliyor. Bunu  nasıl açıklarsın?

Buna tam olarak katılmıyorum; şu anda sadece kulağa hoş gelen isimler seçilmiyor. Örneğin bizim toplumumuzda, çocuklara babaanne, anneanne ve dedelerin isimlerinden isim verme geleneği hâlâ sürüyor. Evet, belki bugün çocuğa Avram ismini vermek yaygın değil ama eğer dedenin ismi Avram ise ‘A’ harfinden isimler üretiliyor; Avi, Ari, Albi… Ayrıca, yaptığım söyleşilerde henüz çocuk sahibi olmayanlara, bir gün çocukları olursa onlara nasıl isimler vereceklerini sordum. Çoğu tereddütsüz şekilde, kendi kültürü, aidiyeti, kimliği, dini ile ilişkili bir isim vereceğini söyledi. Mesele Hera Büyüktaşçıyan şunu demişti:Tabii ki, başta, taşıdığım kültürlerden birinden yola çıkarak isim vermek isterim. Çünkü sahip olduğumuz, çok nadir ve kaybolmasından korktuğum bir şey. İsimle ölümsüzleştiriyoruz bazı şeyleri.”

İsimlerimiz toplumsal  yapının kültürel  ve sosyolojik kodlarını oluşturuyor diyoruz. Örneğin Türk isimlerine baktığımızda kadınlar için olgunluk, sabır, sadakat bildirilen nitelikler ortaya çıkarken erkekler için sertlik, kahramanlık, yiğitlik vurguları öne çıkıyor. Bu durum azınlık toplumlarında nasıl?

Böyle bir araştırma yapılmış mı, oranları var mı bilmiyorum ama kulağa özellikle erkek isimleri bakımından doğru ve ilginç geliyor. Hemen akla bu tespiti destekleyen örnekler de geliyor: Hakan, Kaan, Mert…  Fakat ne ilginçtir ki, ‘Mert’ dendiğinde benim aklıma ilk gelen kişiler, iki Yahudi erkek.  Selimleri hiç saymayalım! Tabii bu tespitin tam tersini gösteren örnekler de çok var. Örneğin hem kadınlar hem erkekler için kullanılan ve fikir anlamına gelen ‘Fikret’ ismi veya bugün adına imzalar atılan ‘Barış’ ismi... Türkçe isimlerde Nehir, Deniz, Volkan gibi terimler de yaygın olarak kullanılıyor. Gayrimüslim azınlıkların isimlerinde, örneğin Ermeni ve Süryanilerin isimlerinde coğrafi göndermeler sanki biraz daha direkt: Ararat, Sevan, Ninve… Türkiye’deki her halk için geçerli olan bir durum, soy isimlerine dair;  maalesef evlenirken erkek adlarının bütünlüğü, devamlılığı korunuyor, kadınlarınki ise parçalanıyor. 

Sence Türkiye’de azınlık toplumların nüfusu azaldıkça, burada kalanların çocuklarına verdikleri kendi kültürlerine ait isim koymadaki çekinceleri artıyor mu?

Belki böyle olması beklenebilirdi ama biraz evvel ifade etmeye çalıştığım gibi, benim gözlemlediğim, bugün insanların çocuklarına daha ziyade kendi kültürlerine ait isimler koyma eğiliminde olduğu yönünde. Bunun tabii ki birçok sebebi olabilir: Mesela ismin dini, aidiyeti saklamadığına inanıyor olabilirler, mesela bu bir tepki olabilir, mesela azınlıklar da daha ‘milliyetçi’ olma modasına uymuş olabilirler, mesela çocuklarının geleceğini burada görmüyor olabilirler, mesela kişilerin yalnızca annesinin veya babasının ismini yaşatmak konusunda arzuları olabilir. Mesela…

Röportajlarının  birinde, “Aret  adına veya Cohen soyadına sahip olmak dünyanın her yerinde sizi birilerine bağlarken,  birilerinden uzaklaştırır mı?” diye soruyorsun. Aynı  soruyu ben sana yöneltmek istiyorum. Sen bu  konuda ne düşünüyorsun?

Aret adına sahip olmak da Cohen soyadını taşımak da Brezilya’dan Fas’a sizi birilerine bağlar ve evet, sizi birilerinden uzaklaştırır. Ermenilerin ve Yahudilerin bu konuda özel durumları olduğunu da düşünüyorum çünkü bugün dünyanın birçok yerinde hâlâ soykırım üzerine sürdürülen faaliyetler, yürütülen lobicilik var. Hâlâ soykırımda kaybolan akrabalarını arayan insanlar var ve işte bu aramaların kilit sözcükleri hep isimler. İsimlerle arıyoruz, isimler için mum yakıyoruz! Geçmişte olanların dışında; bugün, antisemitizmin yüksek oranlarda varlığını sürdürdüğü yerlerde, mesela Malezya’da Cohen veya Levi soy ismiyle yaşamak-yaşamaya çalışmak, toplumla iyi bir kaynaşma sağlamaya pek yardımcı olmuyordur! Ama diğer yandan, Cohen veya Levi soyadına sahip olan İzmir doğumlu bir Yahudi, Porto Sinagoguna gitmekte veya Kolombiya Yahudi Cemaati’ne Yahudiliğini anlatmakta da pek zorlanmıyordur. Fakat tabii Cohen olmaktan öte; Leonard Cohen olmak vardır şu hayatta! İşte o zaman, isminizin ardından tüm dünyada konuşulanlar, Yahudiliğinizden öte şeyleriniz olur.

Bir avukat  olarak yabancı bir  isme sahip olmak  karşına ne gibi  zorluklar çıkarıyor?

Saçma ve çoğu zaman sıkıcı durumların içinde bırakıyor insanı. Bir duruşma sırasında hâkimin size “Helen misiniz?” diye sorması-sorabilmesi, memurun “Sizi hatırladım, müvekkiliniz yabancıydı” diyerek akabinde yabancılığınız üzerinden soru türetmesi, kâtibin dört harfli isminizi şekilden şekle sokması ve sonunda adınızı Rita değil de Rıza olarak yazması, mübaşirin isminizi saçma bulduğu için memleketinizin neresi olduğunu tam ve doğru olarak tespit etmeye çalışması ve sizin bütün bunları yaşarken aslında sadece işinizi yapıyor olmanız… Tuhaf hissettiriyor ve insana bir noktada “bu haksızlık!” dedirtiyor. Çünkü eğitim hayatınız boyunca okuduğunuz kanunlar, sözleşmeler, Anayasa birer kâğıt parçasından ibaret değilse; biliyorsunuz ki, Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü var. Ve bu özgürlüğü düzenleyen Anayasa’nın 24. maddesinde açıkça diyor ki; “Kimse, ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.” Peki, ben neden adliyelerde sürekli “İsmim Rita çünkü Yahudi’yim” demek durumunda kalıyorum?

 

1 Yorum