Starbucks çağında Amerikan seçimleri

Karel VALANSİ Köşe Yazısı
9 Kasım 2016 Çarşamba

Bir kahve almak için ne kadar çok seçim yaptığımızı fark ettiniz mi? Yayaların yoğun olduğu yerlerde birbiri ardına açılan Starbucks ve benzeri kahve dükkânları, seçeneklerimizin sonsuz olduğu ve bu seçenekleri bizzat kendimizin yönlendirdiği izlemini veren bir dünyanın kapısını aralıyor. Karton bardak mı fincan mı diye başlayan seçimler, bardağın boyu, kahvenin aroması, sütün çeşidi, krema, şurup derken tam da bizim isteğimize göre baştan yaratılmış kahvemiz, yine bize özel olarak o saniyede hazırlanıyor. Üstelik oradaki en önemli kişiymişiz gibi adımız ile bize sesleniliyor ve kahvemiz takdim ediliyor. Bu durum dünyanın neresine giderseniz gidin aynı şekilde sürüyor. Öte yandan, köklü bir kahve kültürüne sahip Türkiye’de, kendinize bir kahve ısmarlamak tek bir sözcükle mümkün; sade, az, orta, şekerli...

Pazarlama şirketleri müşteriyi kazanmanın ve daha da önemlisi elde tutmanın yolunun onları özel hissettirmek olduğunu çözdüler. Ekonomik büyüme hızının yavaşladığı, rekabetin had safhada olduğu bu dönemde, müşterinin isteklerini yerine getirecek bir anlayışın yerleştiğini söylemek mümkün. Doğrusu ya da yanlışı olmayan tüm bu seçimleri yapabilmek, kendi ile ilgili bir konuda son sözü söyleyebilmek ve kişisel tüm bu seçimlere rağmen kabul görmek, el üstünde tutulmak bu kahve satın alma deneyiminin aslında uzun kuyruklar beklenilen ve pahalı bir alışkanlık olduğu gerçeğini gizleyebiliyor.

Amerikalı seçmenler gazetenin yayına hazırlandığı sırada yeni başkanlarını belirlemek üzere sandık başında olacaklar. Starbucks’ın sunduğu çeşitliliğe ve kişisel zevklerin önem kazandığı bu yeni tüketim alışkanlığı çağına rağmen Amerikalılar, bir kez daha elene elene ikiye indirilmiş adaylar arasından seçimlerini yapmak zorunda kalacaklar. Bu iki adayın, farklılıklara önem ve öncelik veren bir toplumun isteklerini karşılayabilmeleri, tüm bu etnik, inanç, dünya görüşü ve ekonomik farklılıklara sahip kişileri ortak bir paydada buluşturabilmeleri eskiye nazaran çok daha güç. Kurumsal altyapısıyla güçlü bir demokrasi olan ABD’nin iki parti üzerine inşa ettiği seçim sisteminin tüm bu çeşitlilik ihtiyacını karşılamada ne kadar eksik kaldığını, bu seçimdeki popülist söylemleriyle öne çıkan adaylarda görebiliyoruz. Önümüzdeki dönemde ABD’nin, tüm bu çeşitliliğe ve farklı taleplere nasıl karşılık vereceğinin masaya yatırıldığı bir tartışmaya sahne olması muhtemel.

Hiç şüphe yok ki ABD hâlâ dünyanın tek süper gücü. Ancak bu süper güç her şeyi ve herkesi kendi isteği ve çıkarı doğrultusunda etkileyemiyor artık. Dünyanın jandarması olma bıkkınlığı, savaş yorgunluğu, hayal kırıklıkları, müdahalenin riskleri ve kayıpların geri getirilemez maddi-manevi değeri ile birleşince, dünyaya demokrasi ve Batı değerlerini ihraç etme ve daha adil dünya kurma idealinden Amerikalıları uzaklaştırdı. Amerikan rüyasının pırıltıları, ülkede eğitim, sağlık ve ekonomik alanlardaki birçok eşitsizliği gölgelemeye yetmezken, ‘başarabilirim’ duygusunun yerini gelecek korkusu, sesini duyuramama, temsil edilememe sıkıntısı aldı. Milyoner, çapkın, maço Trump kenara atılmışların sesi olmaya soyundu ve mağdurların öfkesini dindirip kendinden olmayanı dışlayıcı popülist bir söylem ile daha önceleri öngörülemez şekilde yarışın adaylarından biri oldu. Karşısında ise seveninden çok sevmeyeni olan, kocasının ardından adaylığını koyarak Amerika’nın yeni nesil siyasi hanedanlarından olmaya aday Clinton var. İş dünyası günümüz Amerika’sını büyük ölçüde yönlendirirken, popülist ve tehlikeli söylemlerle geride kalanların oylarını kazanmaya çalışan bu iki aday var karşımızda. Genele baktığımızda ise ne vaatler ne de bu söylemler bir adayın tercih edilmesinde belirleyici etken oluyor. Kampanyalar büyük bütçeli bir pazarlama projesi ve kim daha çok mali destek alırsa kampanyasının başarılı olma ihtimali o kadar yükseliyor. Bu da iş dünyasının siyaseti ne kadar etkilediğinin önemli bir göstergesi. Birçok konuda fikir ayrılıkları olduğu için, bu kampanyalar vaatlerden çok adayların kişiliği üzerinden yürütülüyor. Yani bir anlamda seçmenlere aday sevdirilmeye ve böylece adaya güven duyulmasını sağlamaya çalışıyorlar. Amerikan seçim tartışmalarını takip ederken bir dedikodu programını izliyor duygusuna kapıldıysanız sebebi de bundan. Ve Amerikan seçmeni her ne kadar soya sütlü, az şekerli, kremalı, vanilya aromalı, 40 derecede ısıtılmış, küçük boy, seramik fincanda bir kahve istese dahi, ona sunulan sadece acı veya koyu kahve olunca, iki bayılmadığı seçenek arasından seçim yapmak zorunda bırakılıyor ve dükkândan tatmin olmamış bir şekilde mutsuz ayrılıyor.