Felsefe: Entelektüel sohbeti mi… Yaşam öğretisi mi?

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı
10 Ağustos 2016 Çarşamba

Diyelim ki bir Woody Allen filmindeyiz… Sofrada, şarap eşliğinde felsefe konuşuyoruz… Ve diyelim ki o gün, arkadaşlarımızı etkilemek, bilgimizin ne kadar engin olduğunu sergilemek için, ünlü bir filozofun söyleminden söz açmayı münasip gördük.

Ama söze girince baktık ki, günlük lisanla dile getirildiğinde, söylem anlamını yitiriyor… Yani, eğer filozofumuzun kullanmış olduğu özel terminolojiyi, kendi icat etmiş olduğu sözcük ve kavramları kullanmazsak, anlattığımızdan bir anlam çıkmıyor… Bazı söylediklerimizi kendimiz de anlamıyor, masadakilerin anlayacağını ümit ediyoruz. Çaresiz bir tavırla soruyoruz: “… Bilmem anlatabiliyor muyum?”

Böyle bir durumda, aşağıdaki şıklardan birinin doğru olması muhtemeldir:

1- Filozofun söylemini anlamamışızdır;

2- Söylemin içi boştur;

3- Her ikisi.

Birinci şık, yani bir filozofun öğretisinin anlaşılmamış olması, akla ilk gelen, insanların tanışık olduğu bir ihtimaldir. Ama seçkin bir sofrada sözü edilecek kadar ünlü bir filozofun ‘içi boş’ olması tasavvur edilebilir mi?

Her ne kadar söylemesi cesaret istese de… Bazen kral ‘çıplak’, filozof da ‘boş’ olabilir… Filozofların gerçek hayattan kopuk, anlamsız lafazanlıkla iştigal ettiklerini düşünenler, felsefeyi şöyle tanımlamayı severler:

“Felsefe… Zaten bu amaç için yaratılmış bir terminolojinin, sistematik olarak yanlış kullanılmasıdır.”

(A systematic misuse of a terminology produced just for this purpose)

Bu ve benzeri ‘takılmaların’ tamamen haklı -ya da tamamen haksız- oldukları söylenemez…  Ama sevimli ve belirli bir estetik içeren ifadeler oldukları da yadsınamaz. Bu sevimlilikleri sayesinde de uzun ömürlü olmaya adaydırlar.

Çünkü ‘felsefi çevrelerin’ önemli bir zaafı, söylenen sözde estetiğe de değer verilmesi, tam anlamıyla gerçeği dile getirmese bile, güzel sözün kolay kolay terk edilememesi, modası geçene, tadı kaçana kadar tekrarlanıp durmasıdır.

Bazen, bazı felsefecilerin kafaları ile değil kalemleri ile düşündükleri hissine kapılır, yazılarının ‘satır aralarında’ gerçek niyetin, ele aldıkları konuyu açıklamaktan fazla, konu hakkında güzel bir söz etmek olduğunu ‘okuruz’.

Zaten söze dökülmesi zor olan gerçek, gereksiz metafor ve lisan süsleriyle büsbütün anlaşılmaz hale getirilir. Edebi değerleri mantıksal değerlerini aşan metinler, felsefe adı altında önümüze sürülür. Bunlar, ‘Entel’ sofralarında sohbet konusu olarak iş görebilir ama felsefeyi gerçek yaşam öğretisi olarak ciddiye alan birinin gözünde boş gevezelikten başka bir şey sayılmaz.  

Bazen bu ‘felsefi edebiyat’, Nietzsche’nin ‘ağlamadığı’, tüm öfkesini açığa vurabildiği zamanlarda yaptığı gibi, volkan patlamasını andıran bir hiddetle yazıya dökülür… Ve öğreti, artık ‘boş gevezelik’ olmaktan çıkıp, tehlikeli bir hal alır.

Nasıl ki ‘içki şişeden çıktığında şişede durduğu gibi durmazsa’, hiddetle yazılmış yazı da, ‘kitapta durduğu gibi durmaz’. Yazan da, okuyan da ‘kafayı bulur’… Kendi öfkesini erdem sanmaya, kendi nefretinin bağımlısı olmaya başlar… Ve öğreti de, mürit de kötü kullanılmaya açık olur.

Sevgili Dostlar,

Hiddetli bir öndere bağlanmayı seçebilir… Ve kıymetli yaşam zamanımızı öfke, alaycılık, nefret, kibir gibi yıkıcı duygularımızı beslemekle harcayabiliriz… Ya da bilgece yaşamaya öncelik verip, bu yararsız duygu ve heyecanlardan arınmanın yolunu aramayı seçebiliriz.

Eğer ikinci yolu seçmişsek, yaşamı ve insanları anlamaya değil, anlamamaya ‘kilitlenmiş’ her türlü edebiyat, felsefe ve hatta bilimi yararsız sayıp rafa kaldırmamız gerekebilir.

Bazı yazarların kullanmayı sevdikleri “Anlamakta zorluk çekiyorum!”, “İnanılmaz!” gibi ifadeler, anlaşılmayan şeyin değil, anlamayan zihnin zaafını gösterir.

İnsan zihninin gücü de, ne kadar anlamadığı ile değil, ne kadar anladığı ile ölçülür.