Abi Fresah’ın Ziyafeti

Bağdat şehrinde, Abi Fresah kadar açgözlü bir adama asla rastlayamazdınız. Aslında onu hiç kimse pek sevmezdi. Oldukça zengin olmasına rağmen, asla yoksullarla ilgilenmez, yardım elini uzatmazdı. İştahı ve bedavacılığı nedeniyle başına gelenleri bu hikâyede okuyacaksınız.

Sara YANAROCAK Kavram
15 Haziran 2016 Çarşamba

Abi Fresah anormal derecede iştahlıydı. Eğer bedavaya yemek daveti varsa, uzun yollara gitmekten bile çekinmezdi. Arkadaşlarına yaltaklanır, her gün birilerini zorlar, kendini yemeğe davet ettirirdi. Kocaman porsiyonları etrafıyla hiç ilgilenmeden midesine indirir, onu davet eden kişinin hatırını bile sormak aklına gelmezdi.

Zaman ilerledikçe öylesine şişmanladı ki koltuklara sığmaz oldu. Arkadaşları aralarında onu, ciddi bir sorun olarak tartışmaya başlamışlardı. Bu arsız şişkonun iyi bir derse ihtiyacı vardı.

Bir gün Abi Fresah dükkânının önündeki sandalyeye oturmuş, tanıdık bir sima görmek için etrafını tarıyordu. Uzaklardan görünen Ben Mazliah gözüne çarptı. Ben Mazliah, Bağdat’ın en zengin ve cömert Yahudi tüccarlarından biriydi. Abi Fresah hızla yerinden kalkmış ve Ben Mazliah’ın önünde belirmişti:

“Ah sevgili, müstesna dostum Ben Mazliah, nur yüzünüzü görmek ne saadet! Barış ve mutluluk üzerinizde olsun inşallah” dedi.

“Sevgili dostum, nereye böyle?” diyerek aç gözlerle adamın yüzünü tarıyordu. Karnı açlıktan zil çalıyordu ve adamın evine akşam yemeğine davet edilmeyi umuyordu. Ben Mazliah, “Eve gidiyordum” dedi.

“Benim yolum da oradan geçiyor, size eşlik etmemi ister misiniz?” derken adamın kolunu sıkıca kavramıştı. Ben Mazliah, “Çok naziksiniz ama ben artık şehrin öbür tarafında yaptırdığım yeni evimde yaşıyorum” dedi. Abi Fresah’ın yüzü bir an düştü ama hemen toparlandı. Bu yepyeni fırsatı değerlendirmeyi düşündü. Gülümseyerek, “Varlıklı Ben Mazliah’ın evi kim bilir ne kadar görkemli ve lükstür” dedi. Ötekisi hevesle atıldı; “Gerçekten de dediğiniz gibi, yeni evim çok görkemli oldu” diyerek aceleyle yeni evini ve özelliklerini ballandırarak anlatmaya başladı. Adam en ince detayları bile bütün teferruatlarıyla anlatırken Abi Fresah sabırsızlanmaya başladı. Karnı zil çalıyordu.  “Tanrı, evini, odalarını ve şarap mahzenini korusun” diyerek homurdanıyordu. Sonra, “Biliyor musunuz bugün önemli hiçbir işim yok. O yüzden size eşlik edip, bahsettiğiniz bu hazineleri kendi gözlerimle görme şansına erişebilirim” dedi. Ben Mazliah gülümseyerek, “O zaman tamam” dedi. Yola koyulduklarında Ben Mazliah hala yeni evinin güzelliklerini anlatmaya devam ediyordu. Abi Fresah, “Eviniz galiba bir saray gibi büyük ve ferah olmalı” dedi. Ben Mazliah, “Ah, evin büyüklüğünü nasıl anlatsam bilmem ki? Bu sokağı adımlamakla yetmez" derken, Abi Fresah artık gerçekten bayılmak üzereydi. Ben Mazliah ise durmaksızın anlatmaya devam ediyordu. Abi Fresah, “Sizi dinlemek bir zevk, ama yemek odasını hiç anlatmıyorsunuz” dedi. Ötekisi hemen atıldı ve ballandırarak yemek odasını boyunu, lüksünü, eşyalarını özel olarak yapıldığını anlatırken, beş sokak ötedeki marangoza onu sürükleyerek götürdü. Oradan çıktıktan sonra tamamen ters istikamete yürüyerek, bu sefer ona dekorasyonla ilgili fikirler veren mimarın ofisine gitti, orada mimarla uzun uzun çene çaldı. Abi Fresah’ın şişman gövdesi bu kadar harekete alışkın değildi, şırıl şırıl terliyordu. Midesi açlıktan kasılıyordu. O bu haldeyken, bir lokantanın tam önünde, Ben Mazliah durup, önlerinden geçmekte olan bir arkadaşıyla sohbete daldı. Lokantadan dışarıya sızan yemek kokuları, Abi Fresah’ın burnunu gıdıklamaya başladı. Karnı gurulduyordu. Ben Mazliah’ın arkadaşı, onları lokantada yemeğe davet edip, bizimki reddedince Abi Fresah, artık sonunun geldiğini düşünmeye başladı. Ben Mazliah aç adama dönerek, “Biraz geciktik ama eve gidince sizin için bayram sofrası kurduracağım” dedi. Abi Fresah boynunu büktü ve yola devam ettiler. Uzun ve karmaşık yol bir türlü bitmiyordu. Ben Mazliah’ın evine vardıklarında artık güneş neredeyse batıyordu. Ev sahibi, “Eminim ki çok yorgunsunuzdur. Gelin biraz dinlenin” dedi. Abi Fresah bitkin bir şekilde ayakkabılarını çıkardı ve bir sedire uzandı. Kısa bir süre uyuyakaldı ama nefis bir yemek kokusu, tabak çanak gürültüleri ile gözleri açılıverdi. Ben Mazliah ortada gözükmüyordu. Abi Fresah, öfke gözyaşlarına kapıldığı sırada Ben Mazliah içeriye girdi. Tatlılıkla, “Sanırım yeteri kadar dinlendiniz, hadi gelin yıkanıp rahatlayalım” dedi. Abi Fresah hemen yemeğe geçmeyi istediyse de beriki banyo için ısrar etti. Banyo dairesine geçtiler, yaklaşık bir saat kadar yıkanıp paklandılar, tertemiz giyindikten sonra, ev sahibi;

“Gelin size malikânemi gezdirip, içindeki güzellikleri göstereyim” dedi. Açlıktan sersemlemiş olan Abi Fresah, çaresizce adamın peşine takılıp, oda oda her tarafı dolaşmaya başladı. Burnuna gelen muhteşem yemek kokuları sayesinde, buna katlanıyordu. Sıra yemek salonuna geldiğinde, her şeyi unutmaya hazırdı, nihayet sofraya ulaşmışlardı. Ömründe gördüğü en muhteşem sofra önünde uzanıyordu. Masa tabaklar dolusu yemek, tatlı ve meyvelerle donatılmıştı. Şarap şişeleri içilmeyi bekliyorlardı. Abi Fresah hemen bir sandalyeye kuruldu. Ev sahibi, “Sevgili dostum seni sadık uşaklarımla tanıştırmak istiyorum” dedi. Ellerini çırptı, bir düzine uşak hemen karşılarına dizildi. Abi Fresah yemek servisinin başlayacağını zannederek, onlara neşeyle baktı. Ben Mazliah ona dönerek, “Sevgili dostum, bunlar alelade uşaklar değildir. Her biri dünyanın değişik yerlerinden geldiler. Buradaki iri adamın adı Roş, hepsinin şefi odur. Şeni yani ikinci uşak, şu zenci olanı Nubya’lıdır. Onun görevi birinci tabakları servis etmektir” derken Şeni hemen bir tabak alıp ev sahibinin önüne koydu.

Fresah, yanında duran Şeni’nin elindeki tabağa bakıp, haykırmamak için kendini güç tutuyordu. Ben Mazliah hiç oralı olmuyor ve devam ediyordu. Sonra üçüncü uşağa döndü.

“Bu uşağın adı Şilişi. O, benim deve sürümden sorumludur.” Abi Fresah artık hiçbir şey duymuyordu. Tahammülünün ötesine geçmişti. Baygınlık geçiriyordu ve gürültüyle yere düştü. Onu yerden kaldırdılar ve yerine oturttular. Ben Mazliah anlatmaya ara vermeden, “Sevimli Çinli ve güler yüzlü uşağım ve kırmızı sarıklı, koyu renk tenli, Hintli uşağım sofranın ışıklandırılmasından ve çiçek süslemelerinden sorumludurlar” diye konuşuyordu ama diğeri artık onu duymuyordu bile. Kulakları uğulduyordu, tepki veremiyordu. Kendini çok zayıf hissediyordu. Ömründe hiç bu kadar acıktığını hatırlamıyordu. Bu kadar eziyet çektiğini de…

Ben Mazliah aniden, “Hasta mısınız? Çok özür dilerim, hiç fark etmemişim. Evde eczacım var. Söyleyeyim, size hemen sülük yapıştırsın. Çok iyi gelir” dedi. Abi Fresah bu tatsız tedaviyi hiç istemiyordu, halsizce, “Hayır, hayır…”diye yalvardı. Ben Mazliah, “Veya bir bardak ferahlatıcı içecek sizi canlandırabilir” diyerek masadaki bir şişeyi ona gösterdi. Bizimki, “Evet, evet...” dedi. Ben Mazliah şişeyi açtı ve kırmızı bir şerbeti kadehe döktü. Uşak Roş kadehi şişkonun dudaklarına uzattı. Adam, “Nihayet” diyerek dudaklarını araladı. Daha ilk yudumda yerinden hızla fırladı. Ağız dolusu küfürler ediyordu. Herkes hayretle ona bakıyordu. Şerbet iğrenç derecede acıydı. Ağzında dehşet bir tat vardı. Bağırarak, “Şimdi anladım. Sen beni oyuna getirdin” derken öfkeden köpürüyordu. Haykırarak evin kapısından dışarı fırladı. Peşinde bir düzine uşakla karanlık sokaklarda ağlayarak, nefes nefese koşan şişman adam gece bekçisinin dikkatini çekti ve  ‘hırsız var’ diye bağırmaya, düdüğünü öttürmeye başladı. Diğer bekçiler bu sesleri duyunca oraya doğru koştular. Adamı kollarından tutarak zindana sürüklediler. Abu Fresah çok mücadele etti ama onları ikna edemedi.

Ardından ona sopalarla temiz bir dayak çektiler. Sonra da bir hücreye fırlattılar. Adam yerdeki pis hasırda yatarak uykusuz ve korkunç bir gece geçirdi. Bütün kemikleri sızlıyordu. Artık açlıktan ölmek üzereydi. Nedir ki artık hiçbir arkadaşından bedava yememek üzere yemin ediyordu. Kimsenin misafirperverliğinden zorla yararlanmayacaktı. Zekice ve hak ettiği bir biçimde cezalandırıldığını anlamıştı. Bu işkenceli hal sabaha kadar sürdü. Sabah suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakıldı. Ardından bir doktora götürüldü. Doktor ona bir diyet reçetesi yazdı. Bütün bir hafta boyunca arpa suyu içecek ve yulaf lapası yiyecekti. Böylece vücudundaki fazlalıklardan kurtulacaktı!

Kaynak Aunt Naomi’s

Stories: Gertrude Landau/1919