Kuledeki prenses 2

Geçtiğimiz hafta ilk bölümünde bahsettiğimiz, babası tarafından hapsedilen prenses aniden yok olunca bütün ülke halkı, büyük üzüntüye düştü. Çünkü prenses halkına çok iyi ve nazik davranırdı. Onun ölmüş olabileceğinden şüpheleniyorlardı. Yoksa prenses onlara bir veda bile etmeden, kesinlikle onları bırakıp başka bir yere gitmezdi.

Sara YANAROCAK Kavram
11 Mayıs 2016 Çarşamba

Kral gitgide daha suratsız ve aksi bir insan haline gelmişti. Üstelik acayip bir şekilde yoksul insanlarla daha yakından ilgilenir olmuştu. İnsanlara iş imkânı sağlanıyor, çocukların eğitimine ön ayak olunuyor, okullar açtırılıyordu.

Çarşıda bir elma tezgâhı olan yaşlı bir kadın, “Her gün yeni bir kanun çıkıyor, çarşıya güneş doğdu sanki artık yağmurlar bizden uzakta” deyip sevinçle ellerini ovuşturuyordu. Tarlalarda çalışan her şeyden habersiz işçiler ve köylüler, yenilikleri duyup öğrendikleri zaman artık açlık ve sefaletlerinin bittiğini düşünüp, seviniyorlardı.

Çok derin düşünen tek kişi çobanlık yapan bir delikanlıydı. Aslında güneşli çimenlerin üzerinde, parlayan güneş altında tembelce yatmaya bayılırdı, kuşların cıvıltısını, havadaki, ormandaki, kırlardaki sesleri dinler, bunların anlamını düşünüp, merak ederdi. Bir gün aniden rüzgâr uğuldamaya başladı. Rüzgâr sertçe kayaların üzerine çarparken, çoban su baskınları olabileceğini düşünüp, sürülerini toplamaya ve emniyetli bir yere taşımaya karar verdi.

Yolda, “Eğer okumayı ve yazmayı öğrenirsem, yazabilirim, hatta kendime ait bir kalemim bile olabilir. Kuşlar ve dere hakkında bir şarkı yazabilirim. Herkes de bu şarkıyı öğrenebilir” diye hayal kurarken, oturduğu yerde yine tatlı bir uykuya daldı. Bu sefer çok uzun uyumuştu. Çünkü uyandığında etrafı karanlık basmıştı. Sürüsünü derhal korunaklı bir yere toplaması gerekiyordu. Sığırlar ve koyunlar her zamanki alışkanlıklarıyla yola koyulmuşlardı bile. Tam evlerine yaklaşmışlardı ki, olanlar oldu. Etraftaki evlerden daha iri olan devasa boyutlardaki kuş ZİZ aniden gökyüzünde belirdi ve sığırlarla koyunların üzerine çullandı. Hayvanlar ürküp apar topar ağıllarına koşuşmaya başladılar. Ziz, biraz geride kalan bir öküzü gözüne kestirdi, öküzü gagasıyla kapıp gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Çoban hızla gökyüzüne yükselmeye başlayan öküzün arka ayaklarından birine asıldı, yukarı yükselirken çoban bir ağacın dallarına takıldı. Bacağını bir türlü kurtaramıyordu. Öküzün bacağını da inatla bırakmıyordu. Ziz kuşunun da öküzü bırakmaya niyeti yoktu. Sonunda bütün gücüyle havalandı. Gagasında öküz ve öküzün tek bacağını tutan çoban hep birlikte, gökyüzünün en yukarılarına doğru hızla yükselmeye başladılar. Ziz git gide daha yükseklere çıkıyordu. Kanatları son derece büyüktü ve korkunç bir hızla uçuyordu. Çoban korkuyla içini çekti ve bir an öküzün bacağını bırakıp, denize düşmeyi düşündü. O tam bunu düşünürken, kuş birdenbire durdu. Çoban bir yere şiddetle çarptığını ve yuvarlandığını fark etti. Kendine geldiğinde etrafına bakındı. Denizin ortasındaki bir kulede olduğunu hayretle anladı. Hemen yanında öküzün ölüsü duruyordu. Onun yanı başında da dev kuş Ziz duruyordu. Ziz’in gözleri ateşler saçan iki meşale gibiydi. Gagası açıktı ve saldırmaya hazırdı. Kısa bir tereddütten sonra, çoban kemerindeki bıçağı çekerek kuşun gagasına doğru salladı. Kuş acı çığlıklar atarak haykırıyordu. Hemen havalanarak gökyüzünün derinliklerinde kayboldu.

Çoban korkudan ve yorgunluktan yarı baygın bir halde olduğu için yere uzandı ve kendinden geçti. Çok uzun bir süre sonra duyduğu seslere uyandı. Gözlerini açtığında, hemen yanı başında duran, büyüleyici güzellikteki genç kızı gördü. Prenses Solima, “Sen kimsin? Bu öküz ölüsüyle birlikte buraya kadar nasıl gelebildin?” diye sordu. Delikanlı, “Ne diyeceğimi bilemiyorum, çünkü nasıl olduğunu ben de tam anlayabilmiş değilim” dedi.

“Bence bu bir büyü veya rüya görüyorum. Çünkü yaşadıklarımın hiç biri inanılır gibi değil” diye mırıldanıyordu. Prenses ona kendisini takip etmesini isteyen bir el işareti yaptı. Çoban kızın peşinden içeriye girdi. Onun için hazırlanmış sofranın başına geçip, yiyecekleri silip süpürdü. Kız daha sonra onu banyo odasına götürdü.

“Şimdi bir güzel yıkan ve burada duran temiz giysileri giyin. Daha sonra yine konuşuruz. Sana soracağım çok şeyler var” diyerek banyoyu terk etti. Çoban uzun uzun yıkandı, paklandı. Sonra ona verilen giysilere hayretle baktı ve giyinmeye başladı. Aynada kendine baktığında, bir prense benzediğini fark etti. Sonra kızın yanına gitti. İçeri girince kız onu uzun uzun seyretti. Çoban utancından kıpkırmızı oldu. Prenses, “İşte şimdi adama benzedin. Çok iyi ve yakışıklı görünüyorsun” dedi. Çoban cevap vermeye çalıştı ama kekeliyordu. Nihayet, “Güzel hanımefendi, kim olduğunuzu ve ne istediğinizi bilmiyorum. Ben yoksul bir çobanım” diyerek boynunu büktü. Prenses gülümseyerek, “Peki yoksul bir çoban yakışıklı olamaz mı?” diye eğlenerek sordu.

“Söyle bakalım, yakışıklı ve zengin bir insan olmak için, sadece prens mi olmak gerekiyor? Ben çok değersiz bir yığın prens tanıdım” diyerek başını salladı, sonra aniden sustu çünkü sırlarını açığa vurmak istemiyordu. Kuledeki küçük odada oturuyorlardı. Prenses ona uzanıp dinlenmesini uyumasını söylediğinde, çoban onun yanında oturup nöbet tutmasını istemedi. Prenses kabul etmedi, çünkü kuledeki askerler çobanın orada olduğunu bilmiyorlardı. Eğer onu görürlerse bir zarar verebilirlerdi. Daha sonra akşam yemeğini yediler. Karşılıklı divanlara uzanarak uykuya daldılar.

Ertesi sabah ikisi birlikte kulenin terasına çıktılar. Prenses, “Ben her sabah buraya çıkarım” dedi. Çoban nedenini sordu.

Kız, “Eşimin gelip gelmediğini kontrol etmek için…” dedi. Çoban eşinin kim olduğunu sorduğunda prenses gülerek, “Bilmiyorum. Bazı sabahlar burada durup, adakta bulunurum. Buraya gelen ilk erkek benim eşim olacaktır diye kendimi avuturum” dedi.

Çoban onu sessizce dinliyordu. Sonra cesaretini toplayarak prensesin gözlerinin içine baktı ve “Şimdi siz bana kuleye gelen ilk erkek olduğumu söyleyerek beni yüreklendirdiniz. Artık size âşık olduğumu rahatça söyleyebilirim. Kimsiniz, nesiniz hiç bilmiyorum, merak da etmiyorum. Benim eşim olmayı kabul eder misiniz?” diye heyecanla sordu. Prenses ona bakarak, “Zaten, kaderimizde yazılı olan bir şey bu” dedi. Dudakları birleştiği zaman artık nişanlı sayılırlardı. Solima daha sonra: “Burada böyle yaşamaya devam edemeyiz, sevgili nişanlım, buradan kurtulup kaçabilmemiz için neler planlıyorsun acaba?” diye merakla sordu. Çoban bir süre öküzün ölüsüne baktıktan sonra:

“Galiba buldum. Bence o dev gibi yaratık kuş, birazdan öküzü yemek için geri dönecektir. O bizi buradan uçurup götürebilir” dedi.

Gerçekten de o gece Ziz geri döndü. Sonsuz bir iştahla kendine ziyafet çekti. O denli meşguldü ki, çobanın ayaklarına çok kalın bir ip bağladığını fark etmedi bile. Çoban ipin diğer ucunu çok büyük bir sepete bağladı. Bu sepetin içini rahat yastıklarla doldurdu, ayrıca içinde bolca yiyecek olan bir torba da hazırladı. Kendisi ve sevgili nişanlısı bu sepete yerleşecekler, kuş havalanınca, ayağına bağlı olan sepeti de göklere uçuracaktı. Böylece hapis oldukları bu kuleden kurtulmuş olacaklardı.

Sabaha karşı, öküzün tümünü midesine indiren Ziz, gökyüzüne doğru kanat açtı. Kuşun, taşıdığı yükten haberi bile yoktu. Denizin üzerinde uçarlarken yavaş yavaş yorulmaya başladı. Sonra ayaklarını çırpıp yükten kurtulmaya çalıştı. Beceremedi. Birkaç saatlik bir uçuştan sonra altlarında prensesin yaşadığı şehir göründü. Kuş da şehri görmüştü. Ayaklarının bağlı olduğunu anlamış ve iplerden kurtulmak için çabalamaya başlamıştı. Sarayın üzerinden geçerlerken ayaklarına bağlı sepetten kurtuldu. Onu kuleye doğru fırlattı. Kuledeki nöbetçiler üzerlerine doğru hızla gelen sepeti görünce dehşetle sağa sola doğru kaçıştılar. Sepet kulenin burçlarından birinin üzerine kondu. Kuş ardına bile bakmadan hızla uçup gözden kayboldu.

Çoban hiç beklemeden sepetten dışarı çıktı, prensesi de elinden tutup dışarıya çıkardı. Aynı anda etraflarını kulenin nöbetçi askerleri sardı. Hepsi de silahlarını onlara doğru çevirmişti. Ama Prenses Solima’yı tanıdıkları anda hemen silahlarını indirip başlarını eğerek ona selam verdiler. Prenses yüksek sesle emretti: “Babama geri döndüğümü haber verin.” Hepsi birden içeriye koştular. Çoban kıza dönerek, “Nerede olduğumuzu biliyor musun?” diye merakla sorunca, kız, “Evet burası krallık sarayıdır” diye cevap verdi. Az sonra kral göründü. Müthiş bir sevinç ve coşkuyla kızını bağrına bastı.

“Canım kızım, seni tekrar görebildiğim için çok mutluyum. Seni denizin ortasındaki bir kuleye hapsettiğim için lütfen beni affet” derken sesi titriyordu. Sonra gözü çobana çarptı ve “Bu da kim?” diye sordu.

“Senin damadın babacığım” diye kızı cevap verdi. Genç kızın gözleri mutluluktan ışıl ışıldı. Kral çobana bakarak, “Sen hangi ülkenin prensisin?” diye sorunca Solima çarçabuk, “İnsanların içinden çıkan bir prenstir o…” diye telaşla atıldı.

“O yoksul halkın arasından gelen parasız bir prenstir. Bu adam bize, halkımızın ihtiyacı olan şeyleri ve onları nasıl idare edeceğimizi öğretecek” dedi. Kral başını çaresizce önüne eğdi. Damadına ve kızına hayır duası etti. Kendisi krallıktan çekildi. Devlet idaresini kızına ve damadına emanet etti. Genç çift kendilerini, ülkenin barışı, mutluluğu, memnuniyeti ve refahı için çalışmaya adadılar.

 

Kuledeki prenses 1

https://www.salom.com.tr/haber-99118-kuledeki_prenses_1.html