!f istanbul 15 yaşında: Kültler, belgeseller ve galalar

!f İstanbul izlenimlerine bu hafta da devam ediyoruz.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Mart 2016 Çarşamba

 

“İktidardakiler gerçekliğin karmaşıklığını anlamamız için hikâyeler uydururlar, ama bu hikâyeler giderek daha az inandırıcı ve yavan gelmeye başlıyor.” BBC için birçok belgesel dizisi ve film üretmiş olan Adam Curtis, epik belgeseli ‘Bitter Lake / Acı Göl’ (2015) ile

1945’de ABD Başkanı Roosevelt ile Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz arasında varılan Quincy Anlaşması’ndan, günümüze Batı’nın Afganistan’daki varlığına uzanan süreci anlatıyor. ABD ile Suudi Arabistan arasında Arap petrolüne karşı teknoloji ve maddi refah sözleşmesinden sonra, tutucu Vahabiliğin dünyaya ihraç edilişini, Batı’nın çok karmaşık dinamikleri yanlış değerlendirerek “iyi ile kötünün” savaşı olarak algılayışını, sonuçta günümüzdeki çözülmesi giderek zorlaşan bağnaz savaşlara dönüşmesini irdeliyor. Son yıllarda bizi de içine çekmekte olan Ortadoğu bataklığının çok etkileyici resmi.

Efsanevi Japon belgeselci Kazuo Hara, bireyselden evrensele giden iki belgeselle !f’e

katılıyor. En kişisel çalışması olan ‘En Mahrem Eros: Aşk Şarkısı 1974’ ve Japon İmparatoruna suikast girişimiyle gündeme gelen Kenzo Okuzaki’nin eylemlerini belgeleyen ‘İmparatorun Çıplak Ordusu Hâlâ İlerliyor’ (1987). Her ikisi de belgesel tutkunlarının arşivinde olması gereken önemli çalışmalar.

New Yorklu yapımcı ve yönetmen Crystal Moselle’in, 2015 Sundance’de En İyi Belgesel Büyük Jüri Ödülünü kazanan ilk uzun metrajlı belgeseli ‘The Wolfpack’, yaşamlarını Manhattan’da bir eve hapsolmuş biçimde geçiren Angulo Kardeşlerin öyküsü. Kendilerini ‘The Wolfpack’ olarak adlandıran, dış dünyaya neredeyse hiç adım atmayan altı erkek kardeş eğitimlerini evde almışlar. Dışarısı hakkında tek bildikleri defalarca izledikleri, kostüm ve malzemelerini evde imal ettikleri Hollywood filmleri. Aralarından biri dış dünyaya kaçtığında evdeki güç ilişkileri değişecek, diğerleri de dışarıda ne olduğunu merak etmeye başlayacaklardır...

Birbirinden ilginç belgeseller arasında beni çok etkileyeni İngiliz Stevan Riley’nin

‘Listen to Me Marlon / Dinle Beni Marlon’u oldu. Bu filmde öğrendiğimize göre, Marlon Brando yaşamı boyunca yüzlerce saatlik kişisel ses kayıtları yaparak bir tür işitsel günce oluşturmuş. Riley, hiç gün yüzüne çıkmamış olan bu kayıtları arşiv görüntüleri ve

Max Richter’in müzikleriyle birleştirmiş. Sonuçta ortaya, anlatıcının Brando olduğu, kendini hem en güçlü hem en zayıf ve güvensiz anlarında samimiyetle ortaya koyduğu, yaşadıklarını en insanî yönüyle açıkladığı şiirsel bir çalışma çıkmış. İzleyici, sinema tarihinin en iyi oyuncularından birinin kendisini nasıl gördüğünü, dünyaya çevreci bakışını, aktivist tarafını sanki bire bir anlatan bir dostun ağzından dinlerken, efsanenin ardındaki Marlon’u tanımayı, anlamayı ve sevmeyi öğreniyor.

!f kült sayesinde bu yıl, toplumsal ve estetik tabuları sarsan deneysel sinemasıyla ün yapmış olan, 1932 doğumlu Japon yönetmen, video sanatçısı ve eleştirmen Toshio Matsumoto’nun 1969 yapımı ‘Güllerin Cenaze Töreni’ filmini keşfettik. Godard’ın Karşı Sinemasından etkiler içeren, Kral Oidipus’u 1960’lar Tokyo’sunun yeraltı trans dünyasına, ‘drag queen’ler arasına taşıyan, bu avangard uyarlaması, çekildiğinde çağının epey ilerisindeymiş amma, günümüz izleyicisi için çarpıcılığını epey yitirmiş geldi bana.

‘Güllerin Cenaze Töreni’ ileGökkuşağı Filmleri’ne girmiş olduk.

Paul Weitz’in komedisi ‘Grandma / Anneanne’, lezbiyen Elle Reid’in akşama kadar 600 dolar bulması gereken torununa yardım etme çabasına odaklanırken, Lily Tomlin, Julia Garner ve Marcia Gay Harden’in üst düzey oyunculukları bu kuşak çatışması eleştirisini keyifle izletiyor.

İran-İsrail asıllı Amerikalı yazar, yönetmen ve fotoğrafçı Yony Leyser’in dünyanın underground kültür başkenti Berlin’de çektiği ‘Desire Will Set You Free / Arzu Seni Özgür Bırakacak’, şehrin gerçek mekânlarında gezinen ve gerçek karakterlerinin karıştığı eşcinsel öykü aracılığıyla, günümüz Berlin’in marjinal yaşamının müzikal bir kurmaca belgeseli.

İrlandalı yönetmen Paddy Breathnach’ın Havana’da geçen filmi ‘Viva’, küçücük odasında tek başına yaşayan, hayatını bir grup drag sanatçıya makyaj ve saç yaparak kazanan 19 yaşındaki Jesus’un öyküsü. En büyük hayali drag olarak sahneye çıkmak olan genç adam, bu şansı yakaladığında 15 yıldır sonra hapisten yeni çıkan babasının engellemesiyle karşılaşacaktır. Başkaları için kendini daima feda etmeye hazır, masum yüzlü Jesus/İsa ile cehennemden kovulmuş baba Angel/Melek karşıtlığını zekice kullanan Breathnach, klişelerden olabildiğince uzak kalarak, öyküsünü trans/gay sarmalının dışına taşımayı ve insansızlık, yalnızlık ve sevgisizlik türküsüne dönüştürmeyi başarıyor.

Eşcinsel ilişkiyi kanunen yasaklayan Hindistan’da geçen ‘Loev / Akş’ , Mumbai’de yaşayan Sudhanshu Saria’nın ilk yönetmenlik denemesi. Hindistan’da birlikte çıktıkları kısa tatilde, Mumbai’li müzisyen Sahil ve New York’ta yaşayan işkolik bankacı Jay arasında dostluk, sevgi, romantizm ve cinsel arzu arasında gidip gelen film, ataerkil sistemi ve güç ilişkilerini iki erkek arasındaki dinamik üzerinden gözlemliyor.

Sebastian Silva’nın yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı son filmi ‘Nasty Baby’, Brooklyn’de yaşayan bir gay çift ile onlarla birlikte bebek yapmaya hazırlanan kız arkadaşlarının rahat ve keyifli yaşamının altında yatan gizli şiddeti irdeliyor.

Sean Baker’ın, yazıp yönettiği ve üç iPhone’la çektiği ‘Tangerine’, 28 gün hapis yattıktan sonra dışarı çıkan travesti seks işçisi Sin-Dee Rella’nın, sevgilisi/pezevengi Chester’ın onu ‘vajinası olan’ bir kadınla aldattığını öğrenince Hollywood sokaklarında başlattığı traji-komik cadı avının hikâyesi. Olaylar, paralel kurguda gelişen, travestilere oral seks yapmaya meraklı Ermenistan göçmeni şoförle ailesinin öyküsüyle kesiştiğinde işler iyice çığırından çıkıyor.  Başrol oyuncuları Kitana Kiki Rodriguez ve Mya Taylor’ın başını çektiği müthiş toplu oyunculuğun desteğiyle Tangerine, insancıl mesajıyla ilginç tekniğini aşan, sinema tarihinin en beklenmedik ve en hüzünlü Noel filmlerinden biri. Gösterime girdiğinde mutlaka izlemeli.

Oyun bölümünden Benjamin Dickinson’ın yakın bir gelecekte geçen ikinci filmi ‘Creative Control / Yaratıcı Kontrol’, teknolojinin ve reklam dünyasının insan yaşamını yabancılaştırması üzerine ilginç bir çalışma. Teknoloji alanında bir reklam şirketinde çalışan David’in Arttırılmış Gerçeklik gözlükleriyle oluşturduğu profille flört etmeye başladığında gerçeklikle sanal dünyanın birbirine karışması, Spike Jonze’un ‘Her’iyle akraba da olsa, özgün ve etkileyici.

1976 Uruguay doğumlu yönetmen ve yapımcı Federico Veiroj’un, senaryosunu filmin baş oyuncusu Alvaro Ogalla ile birlikte yazdığı absürt güldürü ‘Ayrık Otu’, Katolik Kilisesinden kaydını sildirmeye çalışan, üniversiteden tek bir ders yüzünden bir türlü mezun olamayan bir felsefe öğrencisinin öyküsü. !f 2016’nın en özgün ve en sevimli filmlerinden. Din kurumlarının engellemelerini Buñuel’vari bir gerçeküstücülükle anlatan filmi takdim eden Ogalla, anlattıklarını kendisinin yaşadığını söylediğinde, gerçeğin kurmacadan da inanılmaz olabileceğine bir kez daha inandım.

Károly Ujj-Mészáros’un ilk uzun metrajı ‘Tilki Perisi Liza’, boş ölümlü ve çok keyifli bir peri masalı. Tek kusuru sonlara doğru biraz sarkması ve yönetmenin filmi bir türlü bitiremeyişi.

‘Der Bunker / Sığınak’ 1978 Almanya doğumlu Nikias Chryssos’un ilk filmi. Eğitimi derinlemesine hicveden bu kapkaranlık ve absürt kara komedi yarattığı gerilimli atmosferle kolay unutulur gibi değil.

Geldik Gala’lara. Hemen hepsi ticari gösterime gireceğinden eleştirilerini ileriki tarihlerde okuyacağınız bu filmlere pek girmeyeceğim. Ancak keyifle izlediğim ve vizyonda izlemenizi önereceğim birkaç film var: 

Charlie Kaufman’ın Duke Johnson’la birlikte çektiği stop motion film ‘Anomalisa’, yalnızlık, depresyon ve aşk üzerine esprili ve dokunaklı küçük bir başyapıt. Tilda Swinton’la çalışmaya devam eden Luca Guadagnino’nun, Jacques Deray’ın 1969 yapımı ‘La Piscine’ filminden esinlendiği ‘A Bigger Splash’, orijinal filmi aşan çok düzeyli bir çalışma.

Toronto ve Sundance 2015 Seyirci Ödüllerini kazanan, Josh Mond’un ilk filmi ‘James White’ ölümcül bir hastalıkla mücadele eden annesine yardım etmeye çalışan genç bir New Yorklunun başarılı büyüme hikâyesi. Rúnar Rúnarsson’un, İzlanda’nın büyüleyici dekorunda geçen şiirsel filmi ‘Serçeler’, 16 yaşında kırılgan bir delikanlıya odaklanan bir başka büyüme öyküsü. Fransa’dan iki çok ilginç film: Maiwenn’den bir ilişkiyi didik didik eden ‘Mon Roi’ (nedense Türkçede tenzili rütbeyle ‘Prensim’ olmuş) ve insanın içini ısıtan keyifli bir komedi, Fransız sinemasının ünlü genç oyuncusu Louis Garrel’in ilk yönetmenlik denemesi, ‘Les Deux Amis / İki Arkadaş’.

Bitirmeden iki gala filminden söz etmem gerekiyor. Birincisi, benim için festivalin en büyük hayal kırıklığı, Gaspar Noé’nin ‘Love 3D’si. Yanlış anlaşılmasın, beğendiğim bir auteur olan Noé’nin, (aşırı zevksizlik örneği 3D ‘ejaculation’ haricinde) duygusal ilişkiler beyazperdeye yansıtılırken cinselliğin büyük ölçüde yorgan altına hapsedilmesinden şikâyetçi olduğundan, bir ilişkiyi ‘her şeyiyle’ anlatması değil beni rahatsız eden. Üç boyutlu çekilmesine karşın hikâyesindeki bütün karakterlerin iki boyutlu kalması, 2 saati aşkın süre sığ ve oldukça sevimsiz insanların bitmez tükenmez sığ ilişkisinin anlatılması tahammül edilir gibi değil.

İkincisi, Çin sinemasının yaşayan en büyük ustalarından Hsiao-Hsien Hou’nun, sekiz yıldır beklenen, Cannes Festivalinde En İyi Yönetmen Ödülü alan son filmi ‘Nie Yinniang / Suikastçı’. Bizi 9. yüzyılda entrikaların, imparatorlukla ilgili güç çekişmelerinin yaşandığı tarihsel döneme götüren Hou, öyküsünün siyasal karmaşasının çok ötesine çıkarak,

suikastçı olarak yetiştirilen, varoluşu öldürme eylemi üzerine kurulu güzel bir kadın savaşçının vicdan muhasebesi yapmasının, bir öldürme makinesinden tekrar insana dönüşmesinin yolculuğuna odaklanıyor. Dingin bir nehir gibi akan film, baştaki olağanüstü siyah beyaz sekanslar olsun, görkemli renkleri olsun benzersiz görselliğiyle defalarca izlenmeyi hak ediyor.

Hepinize iyi seyirler dilerim.