At horoz mum

Luiza UÇKİ Kavram
6 Ocak 2016 Çarşamba

Katıldığım bir derste Rav’a  sorulan “Neden Tanrı bize acılar, sıkıntılar yaşatıyor?” sorusunun cevabını duyunca Rabi Akiva’nın meşhur hikâyesi aklıma geldi. Öncelikle Rav’a sorulan bu sorunun cevabını kendimce algılayabildiğim kadarıyla aktaracağım.

 Bir baba çocuğuna çok şeker yememesi çünkü bunun dişlerine zarar vereceği konusunda defalarca uyarır ama çocuk dinlemez ve yemeye devam eder. Ardından dişi çürür ve dişçinin yolu tutulur. Dişçi diş tedavisine başlar. Çocuk acı hisseder ve annesine, babasına  kızarak bakar. Sanki neden beni buraya getirdin, benim acı çekmemi sağladın, dermişçesine. Ancak ebeveynleri onun iyiliği için onu dişçiye getirmiştir, bunu  o an o çocuğun kavraması güçtür. İşte bizler de bazen dar geçitlerle karşılaşırız ve bu sıkıntıları çekme nedenimizi sorarız durmadan. Şu hayatta öğrendiğim en büyük ders; neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemememiz. Çok istediğimiz bir olay bazen bize zarar verebiliyor; dilemediğimiz birçok olay hayırlara vesile olabiliyor. Bize düşen “Her işte bir hayır var”, diyebilme becerisini ve olgunluğunu kazanabilmek ki; itiraf etmek gerekirse çok çok meşakkatli bir gelişim. Keşke olaylara bir kartal misali yukarılardan geniş açıdan bakabilme yeteneğine sahip olabilseydik. Sözü daha uzatmadan öykümüze döneyim.

Rabi Akiva’nın bir yolculuğa çıkması gerekir. Yanına üç şey alır; at; eşyalarını ve onu taşıması için, horoz; sabah onu uyandırsın diye ve mum; gece ışık versin diye. Yola çıkar. Epey gittikten sonra havanın rengi değişir ve birden fırtına kopar. Gökyüzü kararır. Rabi bir anda küçük bir kasaba görür ve içi rahatlar. “İşte geceyi geçirebileceğim güvenli bir yer” diye düşünür. Kasabaya girer ve kalacak yer sormaya başlar. Ancak kimse onunla ilgilenmez. Yardımseverlikten eser yoktur. Sonunda kendi çabasıyla bir otel bulur. İçeri girip bir oda ister. Otelci sert bir tavırla oda olmadığını söyler. Rabi, “Bir yatak da mı yok? Dışarısı soğuk, fırtına  var. Bir daha baksanız olmaz mı?” diye nazikçe sorar. Adam, “Hemen çık yoksa ben seni çıkartmasını bilirim”, der hışımla. Rabi dışarı çıkar. “Allah’ım senin her yaptığında bir hikmet vardır” der ama biraz da ürküyordur. Rüzgâr şiddetini arttırıyordur. Ne yapacağını düşünürken otelin tam karşısında bir ağaç görür. Onun altına döşeğini serer. Mumunu yakmaya çalışır; ama mum rüzgârdan yanmaz. Karanlıkta kalır. Önce gece dualarını söyler ve ardından, “Ne yaşıyorsam benim iyiliğimedir”, diyerek uyumaya çalışır. Ancak rüzgâr oldukça şiddetlidir ve atı seslerden ürker ve birden şahlanıp koşmaya başlayarak gözden uzaklaşır. Bir iki dakika sonra da horozu yerden bir şey yer, boğazına takılır, rengi değişir ve yere yığılıp can verir. Hikâyenin burasında duruyorum. Bizler olsak, “Ne şanssız bir gün.  Her şey beni buluyor? Zaten bende şans olsa...” diye söyleniriz. Fakat Tanrı inancı sonsuz olan Rabi Akiva atını, horozunu, ışığını kısaca o anda elinde olan tüm varlığını kaybetmiş biri olarak ellerini açar, “Yüce Tanrı›m her yaptığın benim iyiliğim içindir. Her işinde mutlaka bir  hayır vardır. Tüm kalbimle sana inanıyorum. Sen benim kurtarıcımsın” diyerek ona şükranlarını dile getirir. Ardından babasının kollarındaymışçasına bir huzurla uyuyakalır.

Sabah gözlerini açar. Gün doğmuştur. Kalkar, hazırlanır. Kasabaya birkaç öteberi almaya uğrar, ama sokaklar boştur. Bir anlam veremez. Sonra bir köşede ağlayan bir çocuk görüp sebebini sorar. Çocuk, “Dün gece haydutlar bastı bu kasabayı. Her şeyi yağmaladılar. Özellikle oteli bastılar. Herkesi öldürüp mallarını aldılar” diye açıklar. Rabi Akiva düşünür, “Eğer otelde yer bulsaydım ben de hayatımı kaybedecektim. Eğer atım ve horozum olsaydı ses çıkaracaklardı ve beni  fark edeceklerdi. Mumum yansaydı  beni göreceklerdi.”

Rabi ellerini açar, “Şükürler olsun sana Tanrı›m; kötü insanların bana zarar vermesini engelledin. Çok büyüksün Tanrı’m” diyerek büyük bir inanç ve huzurla yoluna devam eder.

İşte değerli okuyucularım Tanrı istemezse kimse bize zarar veremez. Yine Rav’ın aktardığı gibi: Bir adam sopayla köpeğe vurunca köpek ne yapar? Sopayı ısırır; çünkü sopa canını acıtıyordur. Hâlbuki onu asıl acıtan sopanın sahibi olan kişidir. Bizler de biraz o köpek gibiyiz. Canımız acıyınca sopaya takılırız, olaylara ve insanlara. Fakat her şeyin ucunda Tanrı’nın eli olduğunu fark edemeyiz. İnanalım, inancımızı kaybetmeyelim. Her şeyin hayrımıza olduğu inancını hayat felsefemiz haline getirebilirsek ne mutlu bizlere...