Robert Kaplan’ın kehaneti ve mülteci krizi

Selin NASİ Köşe Yazısı
2 Aralık 2015 Çarşamba

Soğuk Savaş ertesi, liberal paradigmanın tüm iyimserliğiyle dünya siyasetine hakim olduğu 1994’te, The Atlantic dergisi ‘Yaklaşan Anarşi’ isimli bir makale yayınlar. Robert D. Kaplan, yazısında, medeni dünya sakinlerinin huzurunu kaçırmak pahasına, iklim değişikliği ve artan nüfusa bağlı çevresel yıkımlar, kaynak paylaşımı üzerinden savaşlar, çökmüş devletlerin yan ürünü olarak türeyen organize suç çeteleri, salgın hastalıklar ve kitlesel göçün güvenlik tehdidi oluşturacağı bir gelecek öngörür. Çıkış noktası ise Afrika kıtasıdır.

Bugüne hızlı bir geri dönüş yaparsak, Kaplan’ın öngörülerinde haklı çıktığını söyleyebiliriz. Üstelik yalnızca Afrika değil, Ortadoğu ve  Asya’yı da içine alan bir coğrafyadan bahsetmek durumundayız.

Birleşmiş Milletler 2015 verilerine göre, dünya üzerinde her 122 insandan biri ya mülteci, ya yerinden edilmiş ya da sığınmacı durumunda. Bu hiç de sevimli olmayan bir rekor. Geçtiğimiz beş senenin askeri çatışma bilançosuna bakalım: Afrika’da ; Fildişi Sahili, Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya, Mali, Kuzeydoğu Nijerya, Kongo, Güney Sudan ve Burundi, Ortadoğu’da; Suriye, Irak ve Yemen, Avrupa’da  Ukrayna ve Asya’da  ; Kırgızistan, Myanmar  Afganistan ve Pakistan olmak üzere  yer yer çatışmalar devam ediyor.

Yine BM verilerine göre, 2015 yılı içerisinde yaklaşık 886 bin mülteci deniz yoluyla Avrupa’ya ulaşmış. Bunların yüzde 50’si Suriye’den, yüzde 20’si Afganistan’dan, geriye kalanı ise Afrika ülkelerinden göç etmiş. Göç edenlerin öncelikli hedefi Avrupa’ya ulaşmak.

Ne var ki, bugün Avrupa Birliği’nin mülteci sorununa yaklaşımı Kaplan’ın makalesindeki uyarılara tezat, geçici çareler barındırmakta. Mülteci akımına sebep olan sorunların kökenine inerek, sorunlu bölgelerdeki askeri çatışmaları bitirmek, oradaki yaşam şartlarını yükseltecek kalkınma programları uygulamak yerine, sınırları dikenli tellerle çevirmekten ve bekçi devletler vasıtasıyla mültecileri hapsedecek tampon bölgeler yaratmaktan medet umuluyor.

Hatırlarsak, AB, kasım başında Malta’da düzenlenen ‘Valetta Sığınmacı Zirvesi’nde Türkiye’ye teklif edilenin bir benzeri olarak, Etiyopya ile yasa dışı göç ve insan kaçakçılığının önlenmesine yönelik bir anlaşma imzalamış, ayrıca Afrika için de 1,8 milyar avroluk Acil Güven Fonu üzerinde anlaşmıştı.

Şimdi aynı şekilde Türkiye’ye de 3 milyar avroluk kaynak aktarılacak.

Kendi varoluşsal sorunlarını aşamamış ve siyasi geleceği belirsizliklerle dolu olan AB’nin, mültecileri ülkesinde tutma karşılığında, serbest dolaşım hakkı ve hatta üyelik müzakerelerini yeniden canlandırmak vaadiyle, Türkiye’yi satın almaya çalışmasının çaresizlikten başka bir açıklaması yok.

Geçmişte yayınlanan ilerleme raporlarının da ortaya koyduğu üzere, Türkiye AB normlarına 2004 Türkiye’sinden daha yakın değil; bilakis daha uzak. Dolayısıyla, vaat edilen kazanımlar-gerçekleştiği takdirde(!) birçoğumuzun yüzünü güldürecek olsa da- hak edilmeden kazanılmış ödül niteliğinde olacak. Tıpkı Türkiye’de kurumsal yapıda yükselmenin ekseriyetle meritokratik yani liyakate dayalı olmayışı gibi.

Avrupa’nın güvenlik meselesine gelirsek, mülteci akımını kesmek için alınan önlemlerin işe yarayacağı şüpheli. İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi Müdürü Metin Çorabatır, iltica etmeye kararlı insanları hiçbir şeyin durduramayacağı görüşünde. Sınır gözetimi konusunda sert önlemler alınması insanları, kendilerini daha büyük riskler altına atmaktan alıkoymayacak.

AB genelinde mülteci akımı sadece ekonomik bir yük değil, aynı zamanda kimlikler üzerinden bir tehdit olarak algılandığı için de engellenmeye çalışılıyor. Bu bağlamda özellikle Paris saldırılarıyla Avrupa’yı ve Avrupalı yaşam tarzını vuran cihatçı terörün İslamofobiyi alevlendirmiş olması büyük bir etken. Üstelik saldırıya verilen tepkiler ‘medeniyetler çatışması’nı körükler nitelikte.

Ne var ki, mültecilerle teröristleri eş tutan ayrımcı yaklaşımda ısrar eden Avrupalı devletler önemli bir detayı atlamakta. Pew kasım ayı araştırma sonuçlarına göre, Avrupa nüfusu son on yılda sadece yüzde 1 oranında artış göstermiş. Bu trendin önümüzdeki on yıl da aynı şekilde devam edeceği öngörülüyor. Aynı araştırmaya göre, 2030’da Avrupa nüfusunun yüzde 8’i Müslümanlardan oluşacak.

Buradan hareketle Avrupalı devletler kendi Müslüman vatandaşlarına karşı nasıl bir tutum izleyecek?

Terör örgütleri kendilerine sadece Müslümanlar arasından değil, her kesimden her kimlikten cihatçı devşirme yetisine sahip. Avrupa’da eyleme geçmek için hazır bekleyen terör hücreleri olduğunu varsayarsak, mülteciler konusunda alınan önlemlerin hastalıktan ziyade semptomlarını tedavi etmekten öteye geçmediği daha net anlaşılır. Çözüm içinse Kaplan’ın makalesine göz gezdirmekte fayda var. Çünkü bugün yaşadıklarımız, yaklaşmakta olan buzdağının ucu olabilir.