ROGER COHEN: “Türkiye olmadan, Batı mülteci krizini çözemez”

Dünyaca ünlü The New York Times yazarı Roger Cohen’le hem ilginç hayat hikâyesini, hem de dünya siyasetini konuştuk.

Selin NASİ Söyleşi
11 Kasım 2015 Çarşamba

Bu sene Limmud, dünyaca ünlü The New York Times yazarı Roger Cohen’i ağırladı. Cohen’in İngiltere, Güney Afrika ve Amerika’ya uzanan oldukça ilginç ve yer yer tokat gibi insanı çarpan bir hayat hikâyesi var. Aile hatıratı sayılabilecek ‘The Girl From the Human Street’ isimli kitabında Cohen, annesinin hastalığından da sorumlu tuttuğu yerinden edilmişlik ve göçmenliğin getirdiği kayıp hissini, Yahudi kimliğini oluşturan öğeler arasında sayıyor. Cohen’le yaptığımız söyleşide gazetecilik kariyerinden aile soy ağacına, İsrail-Filistin sorunundan, ABD-Türkiye ilişkilerine kadar birçok konuyu konuşma fırsatı bulduk. Söyleşinin pozitif enerjisi umarız satırlara da yansımıştır. 


2008’den beri The New York Times’da yazıyorsunuz. Gerçek anlamda bir düşünce lideriniz. Yazdıklarınız her hafta milyonlara ulaşıyor. Öncelikle nasıl bir his bu?

Hem sorumluluk getirdiğini hem de ayrıcalıklı olduğunu söyleyebilirim. Bugün gazetecilik gibi, dünyanın her köşesine gidip, istediğiniz konuda yazabileceğiniz pek az meslek var. Dolayısıyla bu büyük bir ayrıcalık ve sizi önemli bulduğunuz konuların peşine düşmeye teşvik ediyor. Ayrıca çok büyük bir sorumluluk da yüklüyor. The New York Times gazetesinin savunduğu, hiç kimseyi kayırmayan ve kimseden korkmayan basın gibi değerlerin çok önemli ve kutsal olduğunu düşünüyorum. Bana düşen, elimden geldiğince, içinde yaşadığımız dünya hakkında okuyucuya ışık tutabilmek.

 

‘The Girl From the Human Street’ kitabınızdan bir alıntı yapmak istiyorum. “Gazeteci herkesin gittiği yönün aksi istikametine gider, tehlikeye doğru, çoğu zaman izleyen çoğunluğu şaşırtarak. ‘Neden?’ diye sorar insanlar? ‘Açıkça anlayabilmek için dersin’ kafalarını sallarlar. Anlaşılacak bir şey yok, yalnızca gerçeği yaz!” Gerçeğe ulaşmak mümkün mü Sayın Cohen?

İnsanlar gerçek hakkında çok konuşurlar. Örneğin, “Neden Diyarbakır’a gidiyorsun ki, gerçeği yaz yeter!” derler. Ama biliyorsun ki Selin, herkesin kendi gerçeği vardır. Hele Ortadoğu gibi yerlerde bu gerçeklere sıkıca tutunurlar. O zaman gazeteci ne yapar? Tüm tarafları dinler ve gerçek hakkındaki kendi fikrini oluşturur. Farklı gerçeklikler alır ve bir nevi... 

Sentez oluşturursunuz...

Evet, sentez. 

Hayatınızda bir dönem annenizin rahatsızlığı sebebiyle aile soy ağacınızın izini sürmeye karar verdiniz ve Litvanya’ya gittiniz. Orada Holokost’a kurban giden Yahudilerin hikâyesiyle tanıştınız. Bize bu yolculukla ilgili izlenimlerinizi anlatır mısınız?

Hayat boyu hep bir yerden bir yere koşuşturdum. Bir noktada fark ettim ki benim için en tehlikeli şey durağan kalmak. Ben Güney Afrika ve İngiltere’de büyüdüm. Geçmişi unutmakla meşguldük, asimile olmak ve yeni bir çevreye alışmakla... Annem babam göçmenlerdi İngiltere’de. Geldiğimiz yer hakkında çok az şey biliyordum ve kitabımda bunu araştırmaya karar verdim. Çok sevdiğim büyükannem, papağanıyla Rusça konuşurdu ama hepsi bu. Onun büyüdüğü şehre döndüm ve 2 Ekim 1941’de Zagare’deki tüm Yahudilerin toplanıp öldürüldüklerini öğrendim. 2400’den fazla kişi…

 

Akrabalarınızı da kaybettiniz mi?

Hayır. Akrabalarımın hepsi göç etmişlerdi. Ama Güney Afrika’ya gitmeyip Avrupa’da kalmış olsalardı, başlarına ne geleceği çok açıktı. Üzerimde çok güçlü bir etkisi oldu bu seyahatin. Ve tabi süregelen bir gerçeklikler savaşı da vardı. O zamanlar Sovyet işgali altında olan Litvanya’nın savaş sırasında olanları hafızasına işlemesi zaman aldı. Ruslar Yahudilere yapılanları bastırmak istedi. Birçok açıdan Litvanyalılar da Nazilerin suç ortağı oldukları için bu konuları konuşmaktan kaçındılar. Benim için duygusal açıdan yoğun bir deneyimdi, Litvanya’nın bu acı dolu gerçeğe varışını izlemek... Ve elbette kendi ailemin nereden geldiğine ilişkin kendi gerçeğime ulaşmak...

 

Göçmen olmak kimliğinizi nasıl şekillendirdi?

Ben çok şanslı ve ayrıcalıklıydım. İngiltere’nin en iyi eğitim kurumlarında öğrenim gördüm. Önce Oxford’da Balliol College, daha sonra da Westminister. Babam İngiltere’de başarılı bir doktor ve aynı zamanda sıtma üzerine bir uzmandı. Ama derine indiğinizde, orada Bir Yahudi olmanın getirdiği, öteki olma hissini yaşıyordunuz. Tam anlamıyla evimde hissetmedim hiçbir zaman kendimi. Bu yüzden de Amerika’ya göç ettim.

 

Peki şimdi evinizde hissediyor musunuz?

Evet, New York’ta öyleyim. Zaten New York’ta bir hafta geçirin, oralı olur çıkarsınız. New York aynı zamanda Yahudiliğin daha uluorta yaşanabildiği bir şehir; İngiltere’de ise Yahudilik fısıldanan bir şeydi.

 

Aile hatıratınızda sürgün, yerinden edilmişlik, kayıplar ve unutmanın Yahudi kimliğini oluşturan öğeler olduğundan bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Bir yeri geride bıraktığınız zaman bu bir kayıptır. Biz Amerika Birleşik Devletlerinde göç etmeyi yeni bir fırsat olarak tanımlarız. Bu Amerikan rüyasıdır; ama aynı zamanda bir kayıptır da. Geride bırakmak ve yeniden inşa etmek kolay değildir. Bence her Yahudi ailesi, kendi içinde yaşatmaya çalıştığı kadarıyla, bir noktada, bu tekrar edilmiş kayıp hissini barındırır.

 

Siz İsrail Devletini Yahudilerin kurtuluşu için esas kabul eden, Siyonist ilkelere bağlı biri olarak tanınıyorsunuz. Öte yandan, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarını eleştirmekten de geri kalmıyorsunuz. Hatta işgal karşıtı olduğunuzu söyleyebiliriz. İsrail-Filistin sorunu açısından bir çıkış yolu görüyor musunuz?

Yahudilerin bir vatanı olması gerektiğine inanıyorum. Yaptığım tüm araştırmalarda, Yahudilerin 19. yüzyıl boyunca gelişmelere rağmen, içinde yaşadıkları toplumlar tarafından tam olarak kabullenilmediklerini gördüm. Ve yarı kabullenilmek, dışlanmaktan daha tehlikeli sonuçlar yaratabiliyor.

Yahudiler Holokost sonrası bir vatana ihtiyaç duydular. Bugün de öyle. Ama bir başkasının vatansızlığı üzerine kurulmuş bir devlet, başkalarını hayatlarını kontrol altında tutarak... Bence bu Yahudi ahlak değerleriyle örtüşmüyor. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma! Yabancıyı içeri al!

Tabi bu her iki tarafta da suç olmadığı anlamına gelmiyor. Ama bugün İsrail Devleti’nin işgal dolayısıyla temelde kırılgan olduğunu düşünüyorum, kurucularına ihanet ediyor bu açıdan.

 

Peki çözüme ulaşılabilecek mi?

Elbette yapabilirler. Barış ve güven içine yan yana yaşayacak, iki millet için iki devlet. Bunun için az çok ne gerektirdiğini biliyoruz. Her iki tarafın çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlayabilmesi için büyük ödünler vermesi gerekiyor. Hazırlar mı? Henüz sanmıyorum.

 

Bu hafta İsrail Başbakanı Netanyahu, Başkan Obama ile görüşecek. İsrail-ABD ilişkileri ne durumda? İran anlaşmasının travması atlatılabildi mi?

Bence bu noktadan sonra Başbakan Netanyahu ile Başkan Obama’nın arası hiçbir zaman tam anlamıyla iyi olamaz. Belki ilişkilere yama yapabilirler, yapacaklardır da; çünkü Amerika-İsrail ilişkileri oldukça önemli. Başkan Obama İsrail çıkarlarının sıkı savunucusu olduğunu düşünüyor. Bunun karşılığında ise Başbakan Netanyahu açık bir şekilde önceki seçimlerde Mitt Romney’i destekledi, arkadan iş çevirerek, Kongre’de Cumhuriyetçileri İran’la nükleer anlaşmayı reddetmeleri için organize etmeyi denedi. Başkan Obama ayrıca Batı Şeria’da yeni yerleşimlerin durmasına yönelik Başbakan Netanyahu’ya yaptığı ricanın hiçe sayılışına da tanıklık etmek zorunda kaldı. Eğer Batı Şeria’da potansiyel bir devlet için müzakere eden bir Filistinli iseniz ve her geçen gün yerleşim birimlerinin artışını izliyorsanız, bu size aracınızın ciddi olmadığına yönelik çok açık bir mesaj verir.

 

Türk-Amerikan ilişkilerine gelirsek… Bir zamanlar stratejik ortaktık. Belki fazlaca duygu yüklü bir kavramdı ama bugün nerede duruyoruz?

Türkiye, IŞİD’le mücadele ve Suriye’deki krizin çözümü açısından önemli bir konumda. Türkiye iki milyon mülteciye kapılarını açarak olağanüstü bir iş yapmış oldu; ve yine Türkiye’nin desteği olmadan Batı’nın mülteci krizini çözmesi mümkün değil. Türkiye tabi ki NATO üyesi olduğu için de ABD için önemli bir ülke.

Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın zamandaki tutumu, ilişkilerin gerilmesine sebep oldu. ABD Türkiye’de basın üzerindeki baskıdan, hukukun üstünlüğünün zedelendiği algısından ve yakın zamanda ortaya çıkan şiddet olaylarından endişe duyuyor.  Kürtlerle tekrar başlayan savaş, IŞİD’e karşı ikircikli yaklaşım ve Erdoğan’ın kişiselleştirilmiş yönetim şekline kayış... AK Parti, Türkiye üzerine tek bir kimlik empoze ediyor ki, Türkiye temelde heterojen bir yapıya sahip. Öyle olmazsa zaten var olamaz.

 

Türkiye’nin doğusunu ziyaret ettiniz. İzlenimlerinizi öğrenebilir miyiz?

Urfa, Mardin ve Diyarbakır’a gittim. İzlenimlerin genel olarak sorunlu. Diyarbakır ve çevresinde Kürtler arasında kaynamakta olan öfkeye şahit oldum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PKK ile savaşı bilinçli olarak başlattığını düşünüyorlar. Elbette, PKK’nın Suruç katliamı sonrası iki polisi öldürerek karşılık vermesinin payı var. Birçok başka Türk güvenlik görevlisi öldürüldü; aynı zamanda içeride ve dışarıda çok sayıda Kürt de hayatını kaybetti. Diyarbakır ve Mardin’de görüştüğüm Kürt belediye başkanları eğer çözüm süreci için tekrar masaya dönülmezse olayların daha kötüye gideceğinden endişe ediyorlar.

 

Şimdi biraz da ileriye dönük çıkarımlarda bulunmanızı isteyeceğim sizden. Dünya siyasetine baktığınızda, daha çok çatışma mı yoksa uzlaşma için fırsat mı görüyorsunuz?

Şu anda bir hayli istikrarsızlık ve tehlike yaşanıyor. Amerikan liderliği bitmiş değil ama geriliyor. Çünkü başka güçler büyüyor ve Amerika’nın göreceli gücü azalıyor. ABD iki istenmeyen savaştan yaralı çıktı; Afganistan ve Irak. Ama henüz ABD’nin yerini alacak küresel güvenliğin garantörü olacak başka bir güç de yok. Güç boşlukları tehlikelidir. Suriye veya Ukrayna’da yaşananlar, bu bahsettiğim güç boşluğunun tezahürleridir. Eğer Amerika’nın sözlerine itimat edilmiyorsa, örneğin Suriye’deki kırmızı çizgilerde olduğu gibi -bir kural konuluyor ama kuralın ardında durulmuyorsa- bu çok tehlikeli bir mesaj verir.

Tüm bu söylediklerime karşılık, teknoloji de dünyayı açmış durumda. İnsanları birbirilerine yaklaştırıyor. İnsanlar farklı bakış açılarına sahip. Teknoloji birbirinden farklı güçlerin kendi bakış açılarını dünyaya yansıtmasına olanak tanıyor; Rusya gibi, Çin gibi ya da bir başkası. Sonuç olarak baktığımızda, içinde yaşadığımız dijital evren uzlaşma için itici güç de sağlıyor; ama bu tehlike ile uzlaşma nasıl dengelenecek, belki de zaman içinde yanıtlanacak temel soru bu.