Piyasanın Kanunu

Fransız Yahudi’si Vincent Lindon ‘Piyasanın Kanunu’nda kariyerinin ilk ödülünü aldı. Toplumsal hayatımızın en büyük sosyal yarası işsizlik sorununu işleyen film bizleri kapitalizmin en sert ve acımasız yönüyle yüzleştiriyor. Cannes 2015’in en iyi iki filminden biri olan ‘Başını Dik Tut’un yarışmaya alınamamasının travmasını, Emmanuelle Bercot ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne ortak edilmesiyle atlatıyor. Herkesin favori gösterdiği, klasik anlatımlı lezbiyen öyküsü, Todds Haynes’in ‘Carol’u, Altın Palmiye yerine, Rooney Mara’nın ‘En iyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne ortak edilmesiyle yetinmek durumunda kalıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
10 Haziran 2015 Çarşamba

 Geçen haftaki yazımızda Jacques Audiard’ın Altın Palmiye Ödülü’nü kazanan ‘Dheepan’ adlı filmi ile yarışmanın ikincilik ödülü sayılan Jüri Büyük Ödülü sahibi, özgün Holokost filmi ‘Saul’un Oğlu’ filminin eleştirisini yapmıştık. İki oyuncu arasında paylaştırılan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanan üç sanatçının yer aldığı filmler bu haftaya kaldı.

LA VİE D’ADELE’İN  PARK AVENUE VERSİYONU

Eleştirmenlerin Altın Palmiye için favori gösterdikleri Todd Haynes’in ‘Carol’u, Rooney Mara’ya verilen En İyi Aktris Ödülü ile yetinmek durumunda kaldı. Jürinin klasik anlatımlı filmlere itibar etmeyip, genç yaratıcıların ve özgün filmlerin radikal bir karar ile ödül listesine alınması, ‘Carol’un aleyhine oldu. Bob Dylan’ın hayatını anlattığı, 2007 tarihli ‘I’m Not There/ Orada Değildim’den günümüze, uzun bir suskunluk döneminden sonra Todd Haynes’in yönettiği ‘Carol’ bir edebiyat uyarlaması.

Amerika’nın savaştan çıktığı 1950’li paranoya yıllarında, tabu bir konu sayılan lezbiyenlik hakkında bir roman yazmak ancak Patricia Highsmith ayarında bir yazarın cüret edebileceği bir meydan okumaydı. 1952’de; 40’a yakın takma ad kullanan Highsmith’in, Claire Morgan adıyla yayınladığı ‘Carol’ günümüzde yazarın başyapıtları arasında gösteriliyor.

Phyliss Nagy’nin senaryosunu yazdığı ‘Carol’ değişik çevrelerden gelen iki kadının beklenmedik aile ilişkisine odaklanıyor. New York’ta bir mağazada tezgahtarlık yapan Therese (Rooney Mara) daha iyi hayat düşlerken, kendisinden yaşlı, evli ve çocuklu bir kadın olan Carol’a (Cate Blanchett) âşık olur. Boşanmanın eşiğinde, zengin, zarif ve güzel bir burjuva kadını olan Carol, Noel arifesinde hediye seçmek için girdiği mağazada, kırılgan bir genç kız olan Therese’e rastlar. İkisi de Noel’i yalnız geçirmeye hazırlanırken Carol birlikte geçirmelerini teklif eder. Birbirlerine âşık olan iki kadının yazgısı değişir. Carol’un kocası Hadge (Kyle Chandler) kızlarının vesayetini üzerine alır, Therese’in nişanlısı dehşete düşer.

Lezbiyenliğe meyilli, evvelce yakın bir arkadaşıyla bu tecrübeyi yaşamış Carol, kızını kaybetmek pahasına, hapis hayatı yaşadığı evlilik hayatına son verip, kendisine yaşama sevinci aşılayan Therese’i tercih edecektir.

İki kadın kahramanın portresini mükemmel işleyen senaryosu ile Amerika’nın 50’li yıllardaki atmosferini ustalıkla yansıtan mekân ve kostüm tasarımıyla dönemin yaşam tarzını, cinsel ahlak ve sınıfsal ilişkilerini yansıtan mizanseniyle ‘Carol’ ilgiyi hak eden bir film. Yönetmen Todd Haynes’in başarısına, evvelce üç kez birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Ed Lackman’ı Audrey Hepburn’u akla getiren, dönem kostümleriyle başarılı bir işe imza atan Sandy Powell’i yetenekli iki oyuncu olan Cate Blanchett ile Rooney Mara’ya ortak etmek lazım. Yönetmen Haynes, 17 yıl önce Cannes’da yarıştığı ‘Velvet Goldmine’ ile En İyi Artistik Performans Ödüllü filminden (1998) sonra yaptığı ‘I’m Not There’de Cate Blanchett ile çalışmıştı. Carol’u canlandıran aktrisin mutlak favorisi gösterildiği En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü genç partneri Rooney Mara kazandı.

E. BERCOT 68. FESTİVALE  DAMGASINI VURDU

Mara ile bu ödülü paylaşan Emmanuelle Bercot 68. festivale damgasını vuran kadın oldu. Bu yıl Cannes’da izlediğim 35 film arasında en iyi iki filmden biri olan Bercot yönetimindeki ‘Başını Dik Tut/La Tete Haute’ seçici kurulun kadrine uğrayarak yarışmaya alınmadı. Hâlbuki yarışan beş Fransız filminden de iyiydi. Coen Kardeşlerin başkanlığını yaptığı jüri, bu haksızlığı telafi edercesine Bercot’yu kürsüye çıkardı.

Maiwenn’in ‘Benim Kralım/Mon Roi’ filminin başrolünü oynayan Emmanuelle Bercot, dört yıl önce aynı yönetmenin Cannes’da Jüri Ödülü kazanan ‘Polis’te senaryo yazarı ve oyuncu olarak yer almıştı. Bir önceki filminin başarısına ulaşamayan Maiwenn ‘Benim Kralım’da tutkulu ve yıkıcı bir aşk öyküsü anlatıyor. Başarılı bir avukat olan Tony (Bercot) ile karşı konulamaz cazibesi ve karizması ile kadınları baştan çıkaran sempatik Georgio’nun (Vincent Cassel) 10 yıllık bir zaman dilimine yayılan, inişli çıkışlı, acı veren, karmaşık aşk öyküsünü film, geriye dönüşlerle anlatıyor.

Bir dağ pistinde süratle kayan Tony’nin düşüp sakatlanmasını gösteren bir sekans ile başlayan film, bir fizik tedavi merkezinde devam ediyor. Bu uzun süreli tedavisinde hayatının son 10 yılını gözden geçiren Tony’den, Georgio ile bir gece kulübünde tanışmasını, evlenme teklifi almasını, çocuğunu doğurmasının öyküsünü izliyoruz.

Sorumluluk duygusu olmayan, karısını sürekli aldatan, etrafına verdiği zararın farkına varmayan, maliye ile başı dertte olan, borç içinde fırtınalı bir hayat yaşayan, özetle evlilik için yaratılmamış olan Giorgio’yu seçimini, Tony (hayatının değişik kesimlerini hatırlayarak) sorgular.

Birbirlerine delice âşık olan iki insanın yıldırım bir aşktan sonra hayatını birleştirmelerini, yıkılan bir evliliği, Maiwenn ‘bir imkânsız aşk’ kalıpları içinde işliyor. Ancak süresinin uzunluğu ile tekrarlara düşme tuzağından kurtulamayan film, beklenen etkiyi yaratamıyor. Maiwenn Le Besco adıyla 1976’da doğan, iki evliliğinden birini ünlü yönetmen-yapımcı Luc Besson ile yapan sanatçı, bu dördüncü uzun metrajlı filmde kız kardeşi İsild Le Besco’ya da rol veriyor. Tony’nin erkek kardeşini canlandıran Louis Garrel filme renk katıyor.

Monica Bellucci ile yaptığı evlilikle, sinemadaki müthiş performanslarıyla, ünü babası Jean-Pierre Cassel’i aşan, karizmatik aktör, 49 yaşındaki Vincent Cassell hayatının en başarılı oyununu çıkaran Emmanuelle Bercot ile filmde müthiş bir ikili oluşturuyorlar.

‘İŞSİZ’ LİNDON YÜREKLERE HİTAP EDİYOR

En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, 55 yaşındaki Fransız Yahudi’si Vincent Lindon’un kariyerinde kazandığı ilk ödül. Hak edilmiş bir ödül olduğu konusunda eleştirmenler fikir birliği içindeydi. Yarışma filmleri arasında en dar bütçeli film (2 milyon Euro’nun altında) olan, sosyal içerikli ‘Piyasanın Kanunu/La Loi du Marché’yi inandırıcı kılan, ayakta tutan Vincent London’un oyunu idi.

Stephane Brizé’nin senaryosunu yazıp yönettiği film, günümüzün en büyük sosyal yarası işsizlik sorununu işliyordu. Bizi kapitalizmin en sert ve acımasız yüzüyle yüzleştiren film, mesajı ile Dardenne Kardeşlerin (SİYAD’ın yılın en iyi film seçtiği) ‘İki Gün, Bir Gece’si ile akrabalıklar taşıyor. Toplumsal içerikli evrensel bir konuyu işleyen ‘Piyasanın Kanunu’ işsiz kalan bir makine operatörü olan Thierry’nin iş arama çabalarını, bulduğu işte yaşadıklarını anlatıyor. Engelli, oğlunun okul taksitlerini karşılayabilmek ve aile yadigârı evini satmamak için, yeteneklerinin çok altında olan işi, süpermarket kontrolörlüğünü kabul eden Thierry’nin yürek burkucu öyküsünü izledik.

Filmin etkileyici ve inandırıcı olmasında, Stephane Brizé’nin duygu sömürüsünden uzak, gerçekçi sinema dili ile, bir buçuk saat boyunca ekranı terk etmeyen, işsiz kalmanın acısını yüreğimizde hissettiren Vincent London’un payı var. Sendikalarda, iş arayanların yaptıkları toplantılarda, iş görüşmelerinde, bir süpermarkette kontrol mekanizmasının nasıl işlediğini gösteren sekanslarda yönetmen Stephane Brizé, belgesel titizliğiyle gerçekçi bir mizansene imzasını atıyor. Altıncı uzun metrajlı filmiyle ilk kez Cannes’da yarışma fırsatını bulan Brizé, fetiş oyuncusu Vincent London’un son iki filminde de oynatmıştı: 2009’da En İyi Senaryo César Ödüllü ‘Mademoiselle Chambon’ ve 2012’de ‘Bir Yudum Bahar/Quelques Heures du Printemps’ 1966 Rennes doğumlu Brizé, senarist-aktör-tiyatro ve sinema yönetmeni. Guy de Maupassant’ın ‘Une Vie’adlı romanını sinemaya uyarlamaya hazırlanırken öyküde Vincent Lindon’a uygun bir rol olmadığı için bu düşüncesinden vazgeçen S.Brizé, uzun süre işsiz kalan bir adamı yeni senaryosunun odağına yerleştirmiş.

Yan rollerde amatör oyunculara, işsizlik sorunu ile boğuşan sendikacılara ve işsizlere yer verirken, filmini inandırıcı ve gerçekçi olmasını garantiye almış. Hiçbir oyuncusuna okuması için senaryoyu vermeyen Brizé, çekilen her sahne öncesi verdiği izahatlarla oyuncularından doğaçlama yapmalarını istemiş. İşsiz kaldığı 15 ay boyunca, direnme gücünü kaybetmemek için Thierry karısıyla dans dersleri alıp moral kazanmaya çalışır. Bankadan kredi alamayınca yazlıktaki evini satışa çıkarır, alıcı çıkan tek kişi, Thierry’nin sıkıntılı durumundan istifadeye kalkıp ölü fiyat ödeyen bir fırsatçıdır.

Elinde ‘talkie-walkie’siyle ilk kez takım elbise-kravatlı gördüğümüz Thierry, yeni bulduğu süpermarket kontrolörlüğü işinde çeşitli hırsızlık vakalarına müdahale ederken, yolsuzluk yapan meslektaşlarını da ihbar etmek zorundadır. Suçüstü yakalanıp işten kovulan, emektar bir kadın kasiyerin ardından, Thierry kendisine şu soruyu sorar: “İşini muhafaza edebilmek için emekçileri ihbar etmek zorunda kalmak dürüst bir davranış şekli midir?”

Sosyal içerikli senaryoyu okuduğunda Vincent Lindon; “Sanatçının sorumluluğu olan bu politik rolün bana verilmesine çok sevindim” demiş. Yazımızı dedikodu meraklıları için bir not ile bitirelim. V.Lindon Monako Prensesi Grace’in küçük kızı Stephanié ile uzun süreli bir birliktelik yaşamış, ama bu evliliğe gitmemişti.