Cannes’ın iki galibi

Altın Palmiye’nin sürpriz galibi ‘Dheepan’ Jacques Audiard’ın kariyerindeki en politik filmi. Audiard’ın başarısının sırrı, evvelce çok yapılmış ‘göçmen sorunu’nu işleyen bir film yapmaktan kaçınıp, merkezine ‘insan’ı alan bir film yapmasından geliyor. İzlediğim 35 film arasında ‘La Tete Haute’ ile birlikte festivalin en iyi iki filminden biri olan ‘Saul’un Oğlu’ iki ödül kazanan tek film oldu. İlk filmini yapan bir yönetmenden beklenmedik bir beceri ile Macar Laszlo Nemes, Şoa’yı sinemaya özgün bir bakış açısıyla aktarıyor. Ailesinin bir kısmını Auschwitz’de yitiren Nemes’in herkesi etkileyen filmine verilen Jüri Özel Ödülü’ne kimsenin itirazı olmadı

Viktor APALAÇİ Sanat
3 Haziran 2015 Çarşamba

Geçen hafta Cannes’dan yazdığım yazıda ödül dağıtımı sonrası kulisini, jürilerin ödülleri yorumladığı basın toplantısını, ödüllü sanatçıların gazetecilerin sorularını yanıtladıkları toplantıda yaşananları, Kapanış Galasında bulunan iki Türk gazeteciden biri olarak yazmıştım.

Ödüllü filmlerin eleştirisi bu haftaya kalmıştı.

MÜLTECİ GÖZÜYLE FRANSA

Altın Palmiye galibi Fransız filmi ‘Dheepan’ Jacques Audiard’ın kariyerindeki en politik filmi. 2009 yılında Audiard, ‘Dheepan’dan çok daha kaliteli olan ‘Yeraltı Peygamberi/La Prophéte’te M. Haneke’nin ‘Aşk/Amour’ engeline takılmış, ikincilik ödülü sayılan Jüri Büyük Ödülü ile yetinmek zorunda kalmıştı.

Audiard’ın şansı, bu yıl festivalin son on yılının en sönük, en parıltısız iki festivalinden biri oluşuydu. 12 gün boyunca izlediğim 35 film arasında tek başyapıt yoktu. Yarışma filmlerinin yarısı kötüydü. Favori gösterilen ‘Carol’un klasik anlatım tarzı jüriye uymayınca, kimsenin şans vermediği ‘Dheepan’ kendini birincilik kürsüsünde buldu. Audiard’ın ve ‘Yeraltı Peygamberi’nden beri senaryo yazılımında birlikteliğini sürdürdüğü Thomas Bidegain’in başarısının sırrı, evvelce çok yapılmış ‘göçmen sorunu’nu işleyen bir film yapmaktan kaçınıp, merkezine ‘insan’ı alan bir film yapmalarından geliyor.

Joel Coen, ‘Dheepan’ tercihini şöyle açıkladı: “Biz sinemayı ödüllendirmeye çalıştık. Filmlerin ülkeleriyle hiç ilgilenmedik. Göçmen sorunu üzerine jüri heyetinde hiç konuşma olmadı. Önemli olan, ele alınan konu ve onun işleniş tarzıydı. Göçmenlerin bize olan bakış açısı da önemliydi bizim gözümüzde”.

Filme ismini veren Dheepan, Sri Lanka’da bağımsızlık için savaşan Tamil Kaplanları örgütünün bir savaşçısı.

Savaştan yorgun düşen, karısının ölümüne sebep olan bu iç savaştan nefret edecek hale gelen Dheepan, bir ailenin bir bireye nazaran Avrupa’da sığınma hakkını daha kolay alacağına inanır. Mülteci olmak için başvuru yaptığı yerde rastladığı Yalini adlı bir kadını karısı olarak, hiç tanımadığı yetim bir kızı da kendi çocuğu olarak gösterip Fransa’ya sığınma hakkını kazanır.

Paris’teki bir banliyöde (Poissy) bir siteye kapıcı olarak yerleştirilen Dheepan, adaptasyon sürecini atlatmak üzere iken, bu sitede uyuşturucu trafiğini yöneten iki grubun birbirine girmesiyle yazgısı değişir.

Yeni bir hayat, yeni bir aile kurmayı düşleyen Dheepan kendini savaşçı kimliği içinde bulur. Geleceğe olan umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini savunan Audiard, filmi bir ‘mutlu son’ ile noktalar; Yalini’nin kuzininin yaşadığı İngiltere’ye kapağı atan Dheepan, Yalini’nin yeni doğurduğu bebeğiyle ‘gerçek’ bir aile kurmayı başarmıştır.

Audiard, senaryo yazılımına, esinlendiği Montesquieu’nun 1721 tarihli ‘Lettre Personnes’ini günümüze uyarlayarak başladı. Montesquieu, Paris seyahatini anlatan iki İranlı gezgin gözünden Fransa’nın sosyal hayatını ve adetlerini yorumlamıştı. ‘Dheepan’ Paris banliyösünde yaşadığı dehşet günleri üzerinden Fransızları yargılıyor.

1952’de Paris’te doğan Jacques Audiard, senarist-yönetmen-yapımcı Michel Audiard’ın oğlu. Cannes’da 1994’te gösterilen ilk filmi ‘Regarde les Hommes Tomber’den iki yıl sonra ‘Un Homme Tres Discret’ (1996) ile bu festivalde En iyi Senaryo Ödülünü kazandı. ‘Yeraltı Peygamberi’nin aldığı Jüri Büyük Ödülünden (2009) sonra ‘Pas ve Kemik’ ile 2012’de bu festivalden eli boş döndü. ‘Auteur’ sineması denince Fransa’da akla gelen ilk isimlerden biri olan Audiard, Cannes’a beşinci gelişinde Altın Palmiye’yi kucakladı.

 

ŞOA’YA ÖZGÜN BİR BAKIŞ AÇISI

Cannes’da son on yılda izlediğim festivallerin en kötüsü 2010 yılındaki yarışmaydı. Tim Burton’un Altın Palmiye’yi (ismi telaffuz edilmesi imkânsız) Taylandlı Apichetpong Weerasethakul’un filmine vermesi sürpriz değil, bir aczin ifadesiydi. ‘Boonmee Amca Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’ gibi sevimsiz ve uzun isimli kâbus filmi dayanılmaz bir sıkıntı içinde izlediğimi anımsıyorum.

Son 10 yılın ikinci kötü festivalini bu yıl yaşadık. Yarışma da sinema sanatına yenilik getiren tek film, Nazi dehşetine özgün bir bakış açısıyla yaklaşan Macar filmi ‘Saul’un Oğlu’ idi.  İzleyicide tokat etkisi bırakan film, kararlılık, azim, yazgı temaları etrafında dönen konusuyla, bir babanın oğluna karşı son görevini yerine getirmek için çırpınışını anlatıyor.

Duygusallık tuzağına düşmeden, taviz vermeden bu gerçekçi kurgu filmi, 1944’te Auschwitz Birkenau’da geçen konusuyla izleyicisini etkileyerek şaşkınlık yaratıyor. Sinematografik açıdan çarpıcı ve özgün bir mizansenle anlatılan filmde, kamera sadece Saul’e odaklanıyor. Film boyunca ekranda sadece Saul var. Arka planda gelişen olaylar hep flu kalıyor, ancak mahkûmların çığlıklarından ve Gestapo’nun sert emirlerinden oluşan ses bandı bize olup biten hakkında fikir veriyor. Yönetmenin bu tercihi filmin etkisini arttırıyor.

 ‘Şoa’yı sinemaya özgün bir buluşla sinemaya aktaran ‘Saul’un Oğlu’ sübjektif bir bakış açısıyla Auschwitz cehenneminde yaşananları anlatıyor. Nemes, Claude Lanzmann’ın ‘Shoah’ını referans aldığını söyledi.

Film, Macar Yahudi’si bir tutuklunun, Nazilerin ayak işlerini yapan Saul Auslander’in Auschwitz’de geçirdiği iki günü anlatıyor. Hayatı boyunca ilgilenmediği gayri meşru çocuğunu, gaz odasından çıkan cesetler arasında teşhis eden Saul, oğlunu dini vecibelerini yerine getirerek gömebilmek için bir haham aramaya koyulur. Naziler, nihai çözüme ulaşmak için, arkalarında iz bırakmamak gayesiyle, gaz odalarına yönelttikleri tutukların cesetlerini fırınlarda yakıyor, küllerini gömüyorlardı.

 Bu işlem için kullandıkları kapolar bir tek kez 1944’de ayaklanma teşebbüssünde bulundular. Film, bu firar girişiminde Saul’un arkadaşlarına katılmayıp, ayaklanma kargaşasında oğlunu kaçırıp bulduğu hahama Kadiş duasını okutup gömme çabasını anlatıyor.

Basın konferansında Nemes’e Şoa ile ilgili ailevi bir ilişkisinin olup olmadığı soruldu, Nemes, “Ailemin bir kısmı Auschwitz’de öldürüldü. Konusu temerküz kamplarında geçen filmler hep ilgimi çekti. Yahudi tutuklularından oluşan Sonderkommando’ların hayatta kalanların tanıklıklarından yararlandım” dedi.

 1977’de Budapeşte’de doğan Laszlo Nemes, ünlü Macar yönetmen Bella Tarr’ın asistanlığıyla sinema kariyerini başlattı. Paris’te yaşayan Nemes bazı Fransız yönetmenlerin yanında asistanlık yaptı. Sorbonne Üniversitesi edebiyat hocası Carla Royer ile senaryosunu müştereken yazdığı ‘Saul’un Oğlu’ ile ilk uzun metraj yönetmenlik denemesini yaptı. Bu günlerde, yine Carla Royer ile yeni filmin senaryosu üzerine çalışıyor.

Ailesi temerküz kampında ölen Polonya’lı Roman Polanski 2002’de ‘Piyanist’ ile Holokost üstünde sinema tarihinde yapılmış en kaliteli filmlerden birine imza atmıştı. Film, Cannes’da Altın Palmiye’nin dışında Oscar Ödülü de kazanmıştı.

 13 yıl aradan sonra yine ailesinin bir kısmını Auschwitz’de yitiren Macar Laszlo Nemes, Şoa’yı özgün bir buluşla sinemaya aktaran ‘Saul’un Oğlu’ ile Cannes’da iki ödül kazanan tek yönetmen oluyordu.

 

Macar Laszlo Nemes,  Şoa’yı özgün bir buluşla sinemaya aktaran ‘Saul’un Oğlu’ ile Cannes’da  İki ödül kazanan Tek yönetmen oldu