İlk haftanın kaliteli filmleri

62 ülkeden 222 yönetmenin elinden çıkma 204 filmden oluşan programıyla, 34. İstanbul Film Festivali sinemaseverlere farklı tatlar sundu. Festivalin ilk haftasındaki filmlerin çoğunluğu kaliteliydi. İçlerinde en dikkat çekeni Danimarkalı usta Bille August’un bir ötenazi olayını anlatan ‘Sessiz Kalp’ti.

Viktor APALAÇİ Sanat
15 Nisan 2015 Çarşamba

34. İstanbul Film Festivalinde izlediğim ilk film olan Danimarkalı Bille August’un aile dramı ‘Sessiz Kalp/Silent Heart’ ile 16 günlük şenliğe iyi bir başlangıç yapmış oldum.

Cannes Film Festivalinde dört yıl içinde ‘Fatih Pele’ (1988) ve ‘İyi Niyetler’ (1992) ile iki Altın Palmiye kazanma başarısını gösteren Bille August bu son filmiyle duyguları ifade etmedeki ustalığını kanıtlıyor.

Üç kuşak aile bireylerini, yeşillikler içindeki bir taşra evinde bir araya getiren öyküsüyle film, bir ötenazi vakasına odaklanıyor.

Hastalığı daha da kötüleşmeden, doktor olan kocasının yardımı ile ölmeye karar veren Esther, son hafta sonunu iki kızı ve en yakın arkadaşıyla geçirmeye karar veriyor.

Aile üyeleri, tedavisi imkânsız hastalığı yüzünden Esther’in kararına saygı duyarak, son günlerinde onun mutlu olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Noel gecesini andıran veda yemeğinde Esther’in küçük kızı ve damadının çaldığı müzikler eşliğinde bütün aile bireyleri şarkılar söyleyip dans ediyor.

Ancak bir olay, annesinin ölümünü kabullenemeyen küçük kız ile ablasını harekete geçiriyor. Sürpriz içinde sürpriz barındıran son yarım saati ve müthiş finali ile ‘Sessiz Kalp’ izleyicisine görkemli bir sinema ziyafeti sunuyor.

Bille August’un temposu hiç düşmeyen, tiyatro gibi kapalı bir mekânda geçmesine rağmen, ilgiyi sürekli ayakta tutan müthiş mizanseni, başarılı bir oyuncu kadrosunun varlığı ile film, bizleri yaşam, sevgi ve ölüm üzerine bir kez daha düşünmeye davet ediyor.

Festivalde izlediğim ikinci film, ‘Canım Öğretmenim/ Monsieur Lazhar’dan(2013) tanıyıp sevdiğimiz Kanadalı yönetmen Philippe Falardeau’nun özgün bir konuyu işleyen ‘İyi Bir Yalan/The Good Lie’ adlı mükemmel filmiydi.

47 yaşındaki yönetmen, Oscar adayı ‘Canım Öğretmenim’ de ailesinin gördüğü zulüm yüzünden Kanada’ya iltica eden Cezayirli bir öğretmenin öyküsünü anlatıyordu. ‘İyi Bir Yalan’da yine bir iltica olayı var. Filmde, çocukken köyleri militanlarca mahvedilen Sudanlı çocukların on üç yıl sonra ABD’ye iltica etmelerini izliyoruz.

Sudan’da 2000’li yılların başında patlak veren iç savaş sırasında ailelerini kaybeden üç gencin, ABD’de kendilerine yeni bir hayat bulma çabaları, insancıl bir bakış açısıyla ele alınmış.

Yabancı bir ülkede alışık olmadıkları adetler ve hiç bilmedikleri teknolojiyle karşılaşan genç mültecilere bu uyum süreçlerinde, anlayışlı ve sevecen bir kadın danışman (Reese Witherspoon) yardımcı olacaktır.

Dengeli ve özgün senaryosuyla öne çıkan filmde, başarılı mizansenleri ile övgü toplayan Falardeau, Batı’nın oryantalist algısına sade bir bakış atarken, ilk kez siyah saçlarla gördüğümüz Reese Whiterspoon kariyerinin en iyi performanslarından birini sergiliyor.

KANADALI YÖNETMENLERİN BAŞARISI

Yine Kanada’dan gelen deneyimli bir usta, ‘Barbarların İstilası/L’İnvasion Des Barbares’i ile ikinci En İyi Yabancı Film Oscar’ını kucaklayan  Deny’s Arcand, son filmi ‘Güzelliğin Hanedanlığı/Le Régne De La Beauté’ ile festival izleyicilerine hoşça vakit geçirtti.

Arcand, ilk uluslararası başarısı olan ‘Amerikan İmparatorluğunun Çöküşü /Le Declin De l’Empire Americain’in(1986) devam filmi olan ‘Barbarların İstilası’nda geniş bir arkadaş grubunun hüzünlü öyküsünü anlatmıştı.

Yedi yıllık bir aradan sonra ‘Güzelliğin Hanedanlığı’ ile sinemaya parlak bir dönüş yapan Arcand anlatmayı çok iyi becerdiği bol karakterli, dayanışma ve sevgi temalı bu filmiyle, romans, komedi ve dram türlerini ustalıkla harmanlıyor.

Film, hem ekonomik hem de sosyal anlamda oldukça rahat ve hareketli bir hayat süren bir mimar hakkında. Yaşlı bir meslektaşının hastalığının ilerlemesi ve hayatını kaybetmesi filmin dramatik boyutunu oluşturuyor.

Görkemli bir tabiat içerisinde, göle bakan taşra evlerine olan meylini, Arcand bu filmde de tekrarlıyor. Bu evlerin birinde güzel eşiyle(Melanie Thierry) yaşayan, yakışıklı ve karizmatik Luc’ün(Eric Bruneau) tek sorunu her daim, daha fazlasını istemek.

Denys Arcand üst gelir grubundaki kahramanlarıyla, Kanada’nın sosyal yapısına dair önemli tespitlerde bulunuyor. Yazdığı senaryo, karakter tahlilleri açısından birinci sınıf.

İspanyol sinemasından gelen ‘Bataklık/La İsla Minima’ adlı gerilim yüklü kara film, ilk festival günlerinin hoş sürpriziydi. Franco’dan kurtulan İspanya’nın,1980 yılında diktatörlükten demokrasiye geçiş sancılarını yaşadığı bir dönemde, Endülüs’ün fakir bir sulak bölgesinde geçen konusuyla film, iki polisin bir cinayet soruşturmasını anlatıyor.

İdeolojik olarak birbirinden apayrı karakterdeki bu iki polis kınama cezası aldıktan sonra, iki fakir ergen kızın  kaybolmasını araştırmak üzere bataklık bölgesinde ücra bir kasabaya sürülür.

Geçmişe saplanıp kalmış, bataklığın kendisi gibi kaygan bir kasaba halkının ortasında iki anti-kahraman, bütün zekâlarını vahşi bir seri katile karşı birleştirmek zorunda kalacaktır. Alberto İnglesias’ın senaryosunu yazıp yönettiği filmin İspanya’da yılın en iyisi olduğu söyleniyor.

NİYE KARANLIKTA ANLATIYOR?

1973 doğumlu yönetmen-senarist J:C Chandar, ilk filmi ‘Oyunun Sonu/Margin Call’ ile dört yıl evvel bizleri büyülemişti. 2008 finansal krizin başlangıcında Amerikalı bir yatırım bankasında yaşanan olaylara odaklanan bu film Wall Street hakkında yapılmışların en iyisi sayılıyor.

Robert Redford’un yelkenlisi okyanusta yara ve su alan bir denizciyi oynadığı ‘Sona Doğru/All is Lost’(2013)J. C. Chandor’un kredisini arttıran bir film oldu. Ancak son filmi ‘A Most Violent Year’ için aynı şeyleri söylemek pek mümkün gözükmüyor.

‘En Şiddetli Yıl’ olarak tercüme edilebilecek film, dram, gerilim ve polisiye türlerini birleştirerek, Amerikan iş dünyasına ciddi eleştiriler getiriyor.

1981 yılının kışında New York şehri tarihinin en çetin dönemini geçirirken, buraya yerleşen Anna (Jessica Chastain) ve Abel(Oscar İsaac) çifti çıkan fırsatları değerlendirip bir yandan işlerini büyütürken, diğer yandan şehrin yolsuzluk, şiddet ve suç sarmalında ayakta kalmaya çalışmaktadır.

Petrol nakliyatı sektöründe çalışan Abel, piyasanın şartlarının ve rakiplerinin acımasızlığı keşfeder. Kâr peşinde koşan kodamanlar arasındaki rekabette yasal olmayan manipülasyonlar da vardır. Hırsızlar kamyonlara saldırıyor, çalışanların hayatı tehdit altında. Abel mücadele edebilmek için tek yolun, rakipleri kadar vahşi olmaktan geçtiğini fark eder. Yasal yolları bırakıp ailesi için kurduğu tüm düzeni yok edecek bu tehditlere  karşı savaşmak zorunda kalacaktır. J.C. Chandor’un senaryosunu yazdığı film, kapitalizme ayak uydurmaya çalışan genç bir iş adamının mücadelesini anlatmada başarılı. Ama aynı şeyleri yönetmen Chandor için söyleyemeyeceğim.

Tamamına yakını karanlık ve kapalı mekânlarda  çektiği filmde Chandor, az aydınlatmalı, loş atmosferli çekimleri tercih etmiş. Bu filmi kasvetli ve iç karartıcı yapıyor. Görkemli villalarda oturan insanların niye hep(abajurla aydınlatılan)karanlık mekânlarda yaşamaları, hatta gündüz sahnelerinde bile (Hasidiklerin)  iş yerlerindeki pazarlıklarının hep karanlık odalarda yapılmasına anlam veremedim.

Coen Kardeşlerin ‘Sen Şarkılarını Söyle’ filmi ile sinemaya geçiş yapan Guatemala’lı şarkıcı Oscar İsaac çok başarılı.

İKİ KALİTELİ FRANSIZ FİLMİ

Son olarak ‘Yasak Aşk /Alone’(2013) ile Coco Chanel’in hayatını anlatan ‘Chanel’den Önce’ (2009) filmlerini izlediğimiz Anne Fontaine ‘Aşkın Dili/ Gemma Bovery’ ile kariyerinin en iyi filmlerinden birine imzasını atmış.

Bu filmin, François Ozon’un ‘Evde/Dans La Maison’uyla (2012)akrabalıkları taşıdığını söyleyeyim. Her iki filmde başkalarının hayatını röntgenlemeye meraklı erkek kahramanlar var, her iki filmde  Fabrice Luchini röntgenciyi oynuyor.

‘Evde’ filminde sınıf arkadaşının evini ve ailesini 16 yaşındaki öğrencisini röntgenlemeye yönlendiren Luchini, ‘Aşkın Dili’nde yeni komşularını röntgenlemeyi hayatının amacı edinmiş bir taşralıyı oynuyor.

Gustave Flaubert’in ‘Madame Bovary’yi yazdığı Normandiya’da geçen konusu  ile film, fırıncı Martin’in renksiz geçen hayatına heyecan katan yeni komşuları, İngiliz Charles ve Gemma Bovery’nin öyküsünü anlatıyor.

Anne Fontaine’in senaryosunu da yazdığı film gerçek hayat ve edebiyatın  iç içe geçtiği bir dram. Martin, Madame Bovary’den yaptığı alıntılar aracılığı ile komşularının yaşantısına müdahale etmekten kendini alamaz. Flaubert’in ölümsüz kahramanı Emma Bovary ile İngiliz güzeli Gemma Bovery arasında sayısız benzerlik vardır. Martin’in korkusu, platonik bir aşkla bağlandığı Gemma’nın yazgısının Emma’nınkine benzemesidir.

Sürprizler barındıran zengin bir senaryoyu akıcı bir sinema diliyle anlatan Anne Fontaine, Luchini’nin mükemmel performansına ayak uyduran Gemma Arleton’un dişiliğini sergileyen başarılı oyunundan  da istifade ederek, ‘Aşkın Dili’ni birinci bir sınıf seyirlik yapıyor.

Festivalin bir başka ilginç Fransız filmi, bu yıl Cannes’da en iyi ilk filme verilen Altın Kamera Ödülü ve Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Oyuncu Kadrosu Ödülünü kazanan ‘Party Girl’ idi.

Filmin üç yönetmeninden biri olan Samuel Theis’in konsomatris annesi Angélique’in gerçek hayat hikâyesini anlattığı filminde çok kişi kendisini canlandırıyor. 60 yaşındaki Angélique’in alkole, eğlenceye ve erkeklerle flört etmeye düşkünlüğünü, konsomatrislik hayatını, babalarının kim olduğunu bilmediği dört çocuğunu anlatan film, bu gamsız kadının zaman geçtikçe müşterilerini kaybetmeye başlamasına odaklanıyor. Gedikli müşterilerinden Michel yine ona âşıktır ve ona evlenme teklifinde bulunarak, yeni bir hayata başlamak ister.

Arkadaşları ve ailesi Angélique’in Michel’in teklifini kabul edip hayatına çeki düzen vermesini, evlenip evinin kadını olmasını isterler. Gece hayatından başka bir şey bilmeyen, sorumluluk almaktan kaçınan bu parti kızını normalleştirmenin  zorluğunu, yönetmen oğlu Samuel Theis gerçekçi bir bakış açısıyla perdeye yansıtmış. Annesini bütün kusurları ile birlikte olduğu gibi, dürüstçe ve samimiyetle anlatmayı yeğlemiş.

Kendisine ve çevresine karşı dürüst bir anti- kahramanın aykırı hikâyesini, belgesel tadında bir sinema diliyle anlatan, ikisi kadın, bu üç yönetmenli film festivalde çok beğenildi.