Harika çocuğun müthiş melodramı

Kanadalı Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si ne yazık ki, vizyondaki Oscar adayları gövde gösterisinde izleyicisi ile buluşamıyor

Viktor APALAÇİ Sanat
25 Şubat 2015 Çarşamba

Otobiyografik özellikler taşıyan ‘Annemi Öldürdüm’ ile başlattığı kariyerine Xavier Dolan, ‘devam filmi’ hüviyetindeki ‘Mommy’ ile anne odaklı temasına sadık kalıyor. Tek çocuğunun hiperaktivite ve dikkat bozukluğu tedavisi için uğraşan fedakâr bir annenin öyküsünde, izleyicinin yüreğine hitap eden, duygulu ve dokunaklı bir dram izliyoruz. Oğlunu sevgi ortamında büyütme savaşı veren anneye, komşusu, sevecen bir öğretim görevlisi kadın destek veriyor. Dolan, beş yıllık kariyerinin bu beşinci filminde duyguları ifade etmedeki becerisiyle, komediyle dramı birleştirmedeki hüneriyle, oyuncu yönetmedeki ustalığıyla, benzersiz sinema diliyle hayranlığımızı kazanıyor. Bu Oscar furyasında ‘Mommy’yi görmezden gelmeyiniz

 

Kanada sinemasının harika çocuğu Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si yarıştığı son Cannes Film Festivali’nin tüm ödüllerinin aradığı kriterlere sahip, çizgi dışı bir filmdi.

Bu festivalde kazandığı Jüri Ödülü’nden daha büyük bir ödül verilseydi, jürinin kararına hiç kimsenin itirazı olmazdı. Otobiyografik özellikler taşıyan ‘Annemi Öldürdüm/J’ai Tué Ma Mére’ ile başlattığı kariyerine, 25 yaşındaki sanatçı, ‘Mommy’yi biraz devam filmi olarak ele alıyor.

Cannes’daki basın konferansında Xavier Dolan bu durumu şöyle izah etti: “Hep kendime yakın bulduğum konuları seçerim. ‘Annemi Öldürdüm’de annemi cezalandırmayı amaçlamıştım. Beş yıl sonra ‘Mommy’de annemden intikam almayı hedefledim”.

Filmlerinde hep anne temasını öne çıkarıp ‘baba’dan hiç bahsetmemesinin sebebi sorulduğunda Dolan “Çocukluğumda çok az tanıma fırsatı bulduğum babamla iyi ilişkiler kuramadım” cevabını vermişti.

Tek çocuğu Steve’in hiperaktivite ve dikkat bozukluğu (DEHB) tedavisi için uğraşan fedakâr bir annenin öyküsünü anlatan, anne odaklı, izleyicinin yüreğine hitap eden dokunaklı ve duygulu sekansları ‘Mommy’yi olağanüstü bir dram yapıyor.

48 yaşındaki Diane(Anne Dorval) kocasını üç sene önce kaybetmiştir. Etrafındaki insanlarca paçoz bir kadın olarak tanımlanan Diane, gözlerini vücuduna diken patronunun önünde kırıtmak da dâhil, hayatını dürüstçe kazanmak için yapması gerekeni yapar.

Kocasının ölümünden kısa süre sonra tek çocuğu, şiddet yanlısı ve tehlikeli olabilecek bir yeni yetme olan Steve’i (Antoine Olivier Pilon) bir rehabilitasyon merkezine yatırır. Ancak Steve merkez kafeteryasını ateşe verince zorla uzaklaştırılır.

Merkez görevlileri Diane’a iki seçenek sunar; ya Steve’i kendi evine götürecek ya da ıslahevine gönderecektir. Islahevinde tedavisi imkânsız olduğundan Diane oğlunu oraya göndermek istemez. Ama bu durumda ona kendisi bakması gerekecektir. Kanada kanunlarına göre ebeveynler, zapt edilmesi zor, toplum için tehlike yaratabilecek potansiyele sahip sorunlu çocukları eğitimleri için akıl hastanesi benzeri devlet kurumlarına bırakabiliyorlar.

Çeşitli okullardan agresif tutumları yüzünden kovulan, umutsuz vaka teşhisi konulan Steve’i annesi devlet kurumuna terk etmeyi şiddetle reddediyor.

Diane, oğlunu bir sevgi ortamında büyütebilmek için tüm vaktini kendisine ayırıyor. Güçlü ve karizmatik bir kadın olan Diane’ın imdadına sevecen bir öğretim görevlisi olan komşusu Kyla(Suzanne Clement) yetişiyor.

Penceresinden bir annenin anormal davranışları olan oğluna sevgi dolu yaklaşımını hayranlıkla izleyen genç kadın, kocasını ve kızını ihmal etmeyi göze alarak yardım elini uzatıyor. Oğlunu yalnız bırakamadığı için iş hayatını aksatan Diane, komşusu sayesinde bu imkânı yakalıyor.

Kyla okulların kabul etmediği Steve’e özel dersler vererek eğitimini tamamlamasına yardım ediyor. Çoğu zaman hayat dolu, neşeli, esprili ve sevecen bir genç olan Steve kontrolden çıktığında iki kadını müşkül durumda bırakıyor.

Trajik bir sona bağlanması gereken filmi, senaryoyu da yazan Xavier Dolan hınzır bir final ile noktalıyor.

İlk filminden itibaren eşcinsel olduğunu açıklayan Dolan ‘Hayali Âşıklar/Les Amours Imaginaires’(2010), ‘Laurence Anyways’(2012) ve ‘Tom Çiftlikte/Tom A la Farme’in (2013) aksine ilk kez ‘Mommy’ ile bu konuya değinmiyor.

Bir dört yol ağzında müthiş bir trafik kazasıyla açılan film, izleyicilere üstün teknik özellikleri olan bir filmle karşı karşıya olduklarını müjdeliyor. Nitekim başkahramanı gencin içinde bulunduğu psikolojik daralmayı ve sıkışmayı ifade eden dar 4/3 formatındaki ekran, Dolan’ın şapka çıkarılacak buluşuyla, geniş ekrana dönüşüyor.

Bu, işlerin yola girdiği, üç kahramanın ilk mutlu anları yakaladığı sekansta oluyor. Bisikletini sürmekte olan Steve direksiyonu bırakıp, iki eliyle ekranı genişletiyor. Montreal’li sanatçı beş yıllık kariyerinin bu beşinci filminde, duyguları ifade etmedeki becerisiyle, komedi ile dramı birleştirmedeki hüneriyle, oyuncu yönetmedeki ustalığıyla, benzersiz sinema diliyle hayranlığımızı kazanıyor.

Önceki filmlerinde aktör olarak izlemeye alıştığımız Xavier Dolan, başrolü Antoine-Olivier Pilon gibi olağanüstü bir genç istidada teslim etmiş. ‘Annemi Öldürdüm’de oynayan Quebec’li aktris Anne Dorval, fedakâr anne rolünde harikalar yaratıyor. Cannes jürisinin En İyi Aktris Ödülü’nü Julianne Moore’a vermeleri tamamen politik idi. David Coreneberg’i (Yıldız Haritası) ödül listesi dışında bırakmak istememişlerdi.

Dolan, kahramanı Diane’ın ağzından şu mesajı veriyor: “Hayat pokere benzer, elin zayıfsa yandığının resmidir”.

Fedakâr komşu kadın Kyla’yı, ‘Laurence Anyways’ de de Dolan’la çalışan Suzanne Clément oynuyor ve müthiş bir kompozisyon çiziyor.

‘MOMMY’

Yön-Kurgu ve Sen: Xavier Dolan

Gör: André Turpin

Müz: Eduardo Noya

Oyun: Anne Dorval-Antoine Olivier Pilon-Suzanne Clément

 

Biri iyi, diğeri kötü iki film

Oscar Ödülleri arifesinde dağıtım firmaları ellerindeki Oscar adaylığı almış filmleri art arda vizyona sokma telaşına kapılırlar. Bu hengâmede Oscar’larla ilgisi olmayan bir başka film, Steve James’in harika belgeseli ‘Hayatın Kendisi/Life Itself’ yine izleyicisiyle pek buluşamadı.

‘Hoop Dreams’ ve ‘The Interrupters’ gibi ödüllü filmleriyle tanıdığımız belgesel sinemanın ustalarından Steve James’in kamera arkasında olduğu ‘Hayatın Kendisi’ sinema tutkunlarını efsane eleştirmen Roger Ebert’in hayatına dair samimi ve duygusal bir yolculuğa çıkarıyor.

Amerikan sinema eleştirmenliği denilince akla gelen ilk isim, New York Times’da yazan Pauline Kael’di. Kariyerine 25 yaşında Chicago Sun-Times’da başlayan film eleştirmenliğinin ciddiye alınması ve kurumlaşmasında öncü bir rol üstlenen Roger Ebert’in ünü Pauline Kael’i aşmıştı.

Bütün eleştirmenlerin kullanacağı bir yöntem olacak yıldız sisteminin yaratıcısı Ebert’in son yıllarında blogunda kaleme aldığı otobiyografisi ‘Life Itself: A Memoir’ adıyla kitaplaşmıştı. Bu kitaptan yola çıkan belgesel, Roger Ebert’in sinema tarihinin yarısına yayılan serüvenine odaklanıyor.

Önümüzdeki günlerde vizyona girecek iki iddialı film ‘Birdman’(27 Şubat) ve ‘Big Eyes’(6 Mart) eleştirmenlere bir göndermede bulunuyor: “Sanatçı olmayı beceremeyenler eleştirmenliği meslek ediniyorlar. Yaratıcılıkları olmadığı, yetenekleri kısıtlı olduğu için, eleştirmekle yetiniyorlar.”

Roger Ebert örneği bu iddiaları çürütüyor. New York ve Los Angeles gibi iki prestijli şehirde yaşamamasına rağmen, Chicago’nun mütevazı bir gazetesine sadık kalmasına rağmen Roger Ebert, üstün sinema bilgisini sergileyen yazıları ile sinema sevgisini genç nesillere aşılamakta müthiş bir hizmet verdi.

Karizmasını televizyona taşıma becerisini gösteren Ebert kendi gibi Chicago’lu bir eleştirmen olan Gene Siskel ile iki müthiş televizyon programıyla sinemaseverlerin ilgi odağı oldu. Fikirleri çoğu zaman uyuşmasa da ikilinin sinemaya olan sevgileri, televizyon izleyicileri için öğretici oldu.

Film yapımcılarının, El James’in ‘Fifty Shades of Grey’ üçlemesini sinemaya aktarmamaları düşünülemezdi

 Kadınlara hitap eden, seks soslu bu üç roman ‘çok satanlar’ listesinin tepesinde uzun zaman yer alması, sinema versiyonu için büyük avantajdı.

Sado-mazoşist, her şeye sahip olan bir seks manyağının tecrübesiz, genç bir kızla yaşadığı birlikteliği anlatan romanlar büyük ilgi gördü. Adamın fantezisi partnerini bağlayarak sevişmesi… Feminist mesajlar taşıyan bu romanların bu derece rağbet görmesinin sebeplerini araştırmak sosyologlara düşüyor.

Sinemalaştırılan ‘Grinin Elli Tonu’nun hiçbir yenilik getirmeyen, soğuk, cansız, sıkıcı ve ağır ilerleyen versiyonundan tat alamadım.

Benzer konulu filmlerde, ‘Emmanuelle’, ‘O’nun Hikâyesi’, ‘Paris’te Son Tango’, ‘Sekiz Buçuk Hafta’, ‘Mavi Kadife’, ‘Gözleri Tamamen Kapalı’da izlediklerimizden, ‘GrininElli Tonu’ bir harman yapmış. Melanie Griffith ile Don Johnson’un kızı Dakota Johnson ile soğuk nevale Jamie Dorman’ın oyunculukları filme bir şey katmıyor.