100. senede Ortadoğu: Çakışan politikalar

Ortadoğu her zaman olduğu gibi karışık günler geçiriyor. Bugün bu topraklarda yaşananlar geçmişin halledilememiş hesapları üzerine konumlandırılıyor. Geçmişi geçmişte çözememiş insanlardan bugüne kalan ağır bu miras, geleceğe doğru da sarkacak gibi duruyor. Sahnedeki oyun 100 yıldır değişmedi, yalnız oyuncular her dönem farklılıklar gösteriyor

Marsel RUSSO Perspektif
10 Eylül 2014 Çarşamba

Yüzyıl önce, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya – Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Arşidük Ferdinand ile eşinin katli ile başlayan süreç o ana dek insanlığın gördüğü ilk toptan savaşın fitilini ateşler. Esas itibarı ile Avrupa’yı kasıp kavuran yüksek gerilimin bir patlaması olarak algılanması gereken olay devletleri hazırlıksız yakalar. Kurulması gereken ittifakların oluşması ve enerjinin kan ve barut olarak ortaya çıkması için birkaç ayın daha geçmesine ihtiyaç olacaktır.

Birinci Dünya Savaşı, uzun zamandır temelleri üzerinde sallanmaya başlamış ve oluşan yeni dünyada dengesini bir türlü sağlayamamış olan Osmanlı İmparatorluğu için ayrı bir önem arz etmektedir. 1908’den beri ülkede iktidarı elinde tutan İttihat ve Terakki Partisi ve yöneticileri gelişen olaylar karşısında, verilecek ölüm kalım savaşını kimlerle yürüteceklerini araya dursunlar olaylar,  müdahale edilemeyecek bir hızla ilerler ve İstanbul hükümeti kendini Almanya ile saf tutmuş bulur.

ALMANYA’DAN CİHAT ÇAĞRISI

Bu elbette bir tesadüf değildir. Almanya birliğini sağladığı 1871’den bu yana ve özellikle İmparator II Wilhelm döneminde, rakibi Britanya – Fransa – Rusya bloku karşısında arayışlara girmiş, artan sanayi üretimine koşut bir dünya devleti olma arzusu ile ciddi adımlar atar olmuştur. Alman Dışişleri’nin 19. yüzyıl sonlarında oluşturduğu devlet politikası bu anlamda özellikle Britanya İmparatorluğu’nun yapısını çökertmeye odaklanmış, bunun için de İslam dünyasını yanına çekmenin verimli sonuçlara varacağı fikrini doğurmuştur.

Britanya’nın geniş Müslüman nüfusa sahip Hindistan ve Mısır gibi “olmazsa olmazlarını” kaybetmesi, buralarda Londra’nın otoritesine başkaldıran yapıların oluşturulması ile mümkün olabilirdi. Bu anlamda bir Avrupa hesaplaşması olarak başlayan 1914 savaşının sınırlarının genişletilmesi ve çatışmaların Ortadoğu’ya taşınması Alman çıkarları açısından elzem görülüyordu. İşte tam da bu sıralarda Enver Paşa’nın Berlin ziyareti, Almanların, İslam’ı İngilizlerin aleyhine döndürme fikirleri ile çakışır. 

Akıllardaki Alman güdümlü cihat senaryosu, Padişah’ın Halife kimliği ile yayınlayacağı bir fermanla, Alman tecrübesi ile desteklenmiş geniş Müslüman kimlikli Osmanlı ordusunun Ortadoğu’daki kafirlere savaş açmasını öngörmektedir. O ana dek pasif kılınmış geniş Arap nüfusun cihada katılması ile Ortadoğu’daki İngiliz – Fransız etki alanı kırılacaktır. Süveyş’in düşmesi, Kahire’nin teslim olması, Hindistan’ın Britanya’dan koparılması sonucunda bölgede oluşacak İstanbul merkezli güçlü Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın müttefiki olarak, kendisine Ortadoğu’da paha biçilmez hareket alanı sağlayacaktır. Bu güce İran’ın ve Afganistan’ın da katılması ile doğuda oluşturulacak ‘Güçlü Üçlü’ Berlin’e dünya hâkimiyetine giden yolda rakipsiz kılacak faydalar sağlayacaktır.

Enver Paşa ve arkadaşları bu çerçevede Berlin’in askeri destekleri ile ilerleyebileceklerini düşünürler ve neticede Almanlara bir pakt imzalarlar. Bu anlaşma uyarınca birçok Alman subay ve danışman Osmanlı ordusunun kilit yerlerine yerleşir. Osmanlı ordusuna verilen ilk resmi emir Mısır’a, burada İngiliz karşıtı bir Arap ayaklanması başlatmak amacıyla, bir operasyon yapılmasıdır. Bu çerçevede, hem Arap halkını içten içe dürtecek hem de bölgede istihbarat çalışmaları yapacak Teşkilat-ı mahsusa kurulur.

Bu girişimden kısa zaman sonra, bu kez Alman Amiral Wilhelm Souchon’un komutasındaki Osmanlı Donanması Karadeniz’deki Rus limanlarına saldırır. Rusya 2 Kasım 1914’te İstanbul’a savaş ilan eder. Onu, birkaç gün sonra İngiltere ile Fransa takip edecektir. Böylece Almanya bir taşla birkaç kuş vurmuş olur: Batı cephesinin yanında, doğuda ikinci bir cephe açılmıştır; Halife kimliğine sahip Padişah artık savaşın bir tarafı olmuş, beklenen cihat ilan etmiştir (14 Kasım 1914) . Beklenti, Padişah’ın bu basit parmak hareketi ile yalnız İslam toplumlarının değil, Britanya ve Fransız ordularında çarpışan 500.000 üzerinde Müslüman askerin saf değiştirmesi, Rus etki alanındaki Müslüman toplulukların Çar’ın otoritesine başkaldırmalarıdır...

Cihat bir fermanla ilan olunur: “Düşmanlarımız İslam âlemine saldırmışlardır. Ülkeleri işgal etmişler Müslümanları esir almışlardır. Rusya’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın orduları ve savaş gemileri, Hilafetin merkezine ve bağlı ülkelere savaş açmışladır ve bu topraklar üzerindeki İslam ışığını söndürmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar (…) Dolayısı ile düşman ülkelerin egemenliği altında yaşayan, ordularında savaşmaya zorlanan Müslümanların da bu cihat çağrısına itibar etmeleri ve onlara saldırmaları gerekmektedir. Bu çağrıya kulak vermeyenler büyük günah işlemektedirler ve cezalandırılmaları kaçınılmaz olacaktır…”

Almanların keyiflerine diyecek yoktur. Gizli silahları olarak yıllardır tasarladıkları İslam unsurunu nihayet etkin bir şekilde ortaya çıkartmışlardır. Kurgunun sahibi Von Oppenheim, doğrudan bağlı olduğu II. Wilhelm’e uzun bir rapor sunar. Buna göre, Alman – İslam birlikteliğinin birinci hedefi Mısır’ı İngilizlerden almak, Hindistan ve Afganistan’da isyanlar çıkartmaktır. Buna koşut Almanlar para karşılığı kabile liderlerini elde edecekler ve düşman hatlarının gerisine inip buralardaki düzeni, bozacaklardır. Su kaynakları, petrol kuyuları sabote edilecek, İngiliz ekonomik çıkarlarına zarar verilecektir. Böylece Ortadoğu’daki İngiliz hâkimiyeti son bulacak, Fransızlar Kuzey Afrika’da, Ruslar da Kafkaslar’da geri adım atmak durumunda kalacaklardır.

Almanlar cihadın kendilerine dönmemesi için birçok tedbir almayı da ihmal etmezler. Ortadoğu’nun neredeyse her kentinde, Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Şam, Kerbela, Necef’de okuma odaları oluştururlar. Bunların amacı yerel halkı etkilemektir. Alman olanın kâfir sayılmayacağını zira cihadın yanında yer aldığını, birleştirilmiş çabaların bu toprakları gâvurlardan temizlemede etkili olacağını ifade etmektir. Almanlar ilan ettikleri bu söylemle savaşlarının yalnız müttefiklere karşı olmadığının altını çizerler. Dolayısı ile, Osmanlı sınırları içinde kalan tüm gayrimüslim unsurlar da cihadın muhatabıdırlar. Bu anlamda, Osmanlı ordusunun en tepesini işgal etmiş Alman subayların Ermeni tehcirinden haberdar olmamaları mümkün değildi. Eş deyişle, Almanların bilgisi ve onayı olmadan İstanbul hükümeti belki böyle bir karar alabilir ancak uygulayamazdı.

1915’lerde savaş altındaki Filistin topraklarında serpilme çabası içindeki Yahudi toplumu, Anadolu Ermenilerinin tabi tutuldukları zoraki göçe ve bu süreçte meydana gelen olaylara tanık oluyorlardı. Şam Valisi Cemal Paşa emri ile Kudüs’teki Osmanlı yetkilisi buradaki Yahudilerin Mısır’a doğru tahliyesi için bazı hazırlıklar yapıyordu. Ancak Almanya’daki Yahudi toplumunun devreye girmesi ile Berlin hükümeti İstanbul’u bu konuda harekete geçmemesi yönünde uyaracaktır.

İşte bu olaylar yişuv yönetiminin, savaşta Osmanlı Devleti’ni destekleme kararını gözden geçirmesine neden olur. Bu, Yahudi toplumunun bundan böyle İngilizleri destekleyeceği anlamına gelecektir. Almanların Osmanlı Padişahı Halife üzerinden bir cihat kurguladıklarını İngilizler daha önceden öğrenmişlerdir. “Jihad made in Germany – Alman yapımı cihad” konusu bu kez Londra’yı harekete geçirecektir. Ortadoğu’daki hâkimiyetine en ufak bir zarar gelmesi Britanya’nın kabul edebileceği bir şey değildir. Dışişlerine bağlı çalışmaya başlayan Arap Ofisi işte bu süreçte oluşturulur. Aynı süreç içinde Londra’nın bölge ile ilgili niyetlerini ortaya çıkaracak bir dizi girişim olur.

Bunlardan ilki, Kahire’deki İngiliz askeri yetkilisi Sir Henry McMahon’un, Padişah tarafından atanmış Mekke Şerifi El-Hüseyin’e yazmış olduğu bir dizi mektuptur. Almanlar uzun zamandır Mekke Şerifi’ni ve iki oğlunu başlayan cihadı desteklemeye çağırmaktadırlar. İşledikleri motif, kutsal yerlerin kâfir İngilizlerin egemenliği altına girmemesi gerektiğidir.  Bunlar Kahire’den atılmalıdırlar ve bu topraklar Halife’nin otoritesi altında yeşermelidir. İstanbul merkezli kurulacak ümmet esaslı büyük bir imparatorluk İslam’a uzun bir süredir beklediği onurla hükmetmeyi sağlayacaktır.

McMahon mektupları, tam tersine Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Arapları İstanbul’daki Padişah’a karşı ayaklanmaya davet etmektedir. Bunun karşılığında, Arap halkının özgürce yaşayacağı büyük bir Arap Krallığı vaat etmektedir. Bu, uzun zamandır süregelen Osmanlı egemenliğinden kurtulmak demektir ki, Araplar için son derece cazip bir durumdur. Zaten cihat çağrısının Arap ülkelerindeki algısı çok parlak olmamış, Padişah’ın otoritesinin bu topraklara uzun süredir uğramadığı ortaya çıkmıştır.

Bu aşamada Alman politikasının İngilizler lehine geride kaldığını, İngiliz açılımının Araplar nezdinde daha popüler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yavaş yavaş kabuğundan çıkan Arap milliyetçiliğinin Osmanlı’ya bağlı kalmayı isteyeceğini düşünmek, Alman arzuları bir yana, İstanbul’daki tükenmiş idarenin taleplerini karşılayacağını ummak hiç de gerçekçi bir bakış açısı olmazdı. Almanlar muhtemelen işin bu yönünü çok sonraları anlayacaklardı. Hele bir de bir Türk’ün Halife olması konusu vardı ki bu Arapların yüzyıllardır kabullenemedikleri bir konuydu. Şimdi İngilizler siyasi otoritenin yanında, hilafetin Araplara iadesini de öngören söylemler geliştirmekteydiler. Almanların artık hiç şansları kalmayacaktı.

Askeri alanda alınan başarısızlıklar da duruma tuz biber ekecektir. Alman komutanlar liderliğindeki Osmanlı ordusunun Mısır’a karşı düzenlediği iki harekât da başarısızlıkla sonuçlanmış, General Allenby komutasındaki İngilizlerin 1917’de başlattıkları karşı taarruza cevap vermek ise mümkün olamamıştır.

ORTADOĞU’NUN  PAYLAŞIMI

Bu arada ikinci öğeyi de unutmamak gerekir. Bu, İngilizlerin Arap Ofisi yetkilisi Sir Mark Sykes’ın Fransa temsilcisi, eski Beyrut Elçisi Henry Picot ile imza altına aldığı ve Osmanlı’nın çökmesinden sonra Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağına dair bir anlaşmadır. Bir niyet anlaşması olarak imzalanan bu mutabakat, savaşın hızlı şekilde davam ettiği, olayların hangi yöne sürüklendiğinin meçhul olduğu bir döneme rastlar. Müttefiklerin savaşı kazanmaları halinde Almanya’yı tamamen oyun dışına iten bir yapıya sahiptir ve dönemin müttefik siyasetinin temel taşlarından birini oluşturur.

McMahon mektuplarında Araplara verilen taahhütler, ileriki yıllarda, bu anlaşmanın kapsamında değerlendirilecek, savaş sonrası Paris Barış Görüşmeleri’nde alınan kararlar ve San Remo Konferansı’nda varılan anlaşmalar gereği şekillenecektir. Tüm bunların üstüne monte edilecek 1917 Balfur Deklarasyonu ise bölgedeki itiş kakışa son şeklini verecektir.  

 

 

Kaynakça :

Churchill and the Jews – Martin Gilbert

Nazis, Islamists and the Making of the Modern Middle East

Barry Rubin & Wolfgang G. Schwanitz

A Peace to End All Peace – David Fromkin

The Banality of Indifferance  - Yair Aurom