Biri nefis iki Fransız filmi

‘Atilla Marcel’ ile Sylvain Chomet çizgi dünyasindan gerçek dünyaya gerçeküstü bir geçiş yapıyor

Viktor APALAÇİ Sanat
13 Ağustos 2014 Çarşamba

Animasyon başyapıtı ‘Belleville’de Randevu’ ve ‘Sihirbaz’dan tanıdığımız Fransız yönetmen Sylvain Chomet, absürt mizahı ve özgün buluşlarıyla, son filminde bizleri yine kendisine hayran bırakıyor. Zekâ fışkıran müthiş senaryosunu hınzır bir mizah sosuyla servis ettiği ‘Atilla Marcel’ ile sanatçı şaşırtıcı bir filme imza atıyor. Jacques Tati’nin ‘Amcam/Mon Oncle’ başyapıtının kahramanı Monsieur Hulot gibi hiç konuşmayan, 30’lu yaşlarını sürdüren, aslında hep çocuk kalmış Paul’un öyküsünü, bir acı-komedi kalıpları içinde izliyoruz. İşi tüccarlığa döken Fransız yönetmen Luc Besson’un ‘Lucy’ ile tükendiğini görmek ise çok acı.

Animasyon başyapıtı ‘Belville’de Randevu/Les Triplettes de Belville’(2003) ile uluslararası üne kavuşan Sylvain Chomet ‘Atilla Marcel’ ile çizgi dünyasından gerçek dünyaya gerçeküstü bir geçiş yapıyor.

Bunu Chomet sinemasının büyük silahı olan absürt mizah kozuna sıkı sıkıya sarılarak gerçekleştiriyor.

51 yaşındaki Paris doğumlu, animatör-senaryo yazarı-yönetmen Sylvain Chomet, gençliğinde çalışmalarını Londra ve Kanada’da sürdürmüş, ilk çizgi romanı ‘Secrets of the Dragonfly’ı 1986’da yayınlamıştı.

Oscar’a dört kez aday gösterilen sanatçı, bu adaylıkların ikisini, başyapıtı ‘Belville’de Randevu’ ile kazanmıştı. Torunu Fransa turu sırasında kaçırılan müthiş ihtiyar Madame Souza’nın öyküsünü anlatan film, çizgi dışı mizahıyla öne çıkmıştı.

Bu filmden yedi yıl sonra çektiği, yine Fransız canlandırma başyapıtlarından ‘Sihirbaz/L’İllusioniste’daki (2010) yaratıcılığını, görsel kurnazlığını ‘Atilla Marcel’de sürdüren Chomet, bizlere 30’lu yaşlarını sürdüren, aslında hep çocuk kalmış Paul’un öyküsünü anlatıyor.

Sylvain Chomet’nin sinemasını eleştirmenler, vatandaşı Michel Gondry’ye ve Amerikalı meslektaşı Wes Anderson’a yakın buluyor. Ama ille de bir yakınlık aramak gerekirse, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro ikilisinin filmleri Chomet’ninkilerle benzerlikler taşıyor.

İkilinin ‘Şarküteri/Délicatessen’ (1991) ile başlayan birliktelikleri bozulunca, Jean Pierre Jeunet 2001’de ‘Amelie’ ile yeni bir başyapıta imza atmıştı.

‘Atilla Marcel’in konusuna dönecek olursak, henüz iki yaşındayken annesiyle babasının ölümüne tanıklık eden Paul’un(Guillaume Gouix) konuşmayı kestiğini ve dış dünyayla bağlantısını asgariye indirdiğini filmin başında öğreniriz.

Yetim kaldığı günden beri ona bakan iki aristokrat halasıyla Paris’te bir apartman dairesinde yaşayan Paul onların desteğiyle müzik tutkusunu geliştirerek, bir solo piyano yarışmasına hazırlanmaktadır.

Tekdüze bir yaşamı olan Paul’un günü, oturma odasındaki piyanonun başından, halalarının ders verdiği sınıftaki piyano arasında gidip gelmekten ibarettir.

Halaları Annie(Bernadette Lafont) ve Anna (Hélene Vincent) dış dünya ile bağlarını kesen Paul’e taparcasına bağlıdır. Ancak Paul apartman komşusu, gizemli Bayan Proust (Anne Levy) ile tesadüfen tanışınca yazgısı değişir.

BİTKİ ÇAYININ MARİFETLERİ

Müşterilerine sunduğu bitki çayı ile rahatlatan ve terapi uygulayan bu çok yönlü becerikli kadının müzikle harmanlayarak Paul’e sunduğu bitki çayı, Paul’un bastırdığı hatıralarını bir bir su yüzüne çıkartır.

Bayan Proust sayesinde geçmişini keşfeden, geçmişiyle yüzleşme fırsatını yakalayan Paul, artık hayatının kontrolünü eline almaya hazırdır.

Tıpkı Jacques Tati’nin başyapıtı  ‘Amcam/ Mon Oncle’un kahramanı Monsieur Hulot gibi hiç konuşamayan, duygularını sadece jestleri ve mimikleriyle ifade eden Paul, hayatla olan bağlarına sıkı sıkıya sarılarak bizleri müthiş bir finale götürür. Zira Madame Proust’tan annesiyle babasının aslında nerede olduklarını öğrenmiştir.

Zekâ fışkıran müthiş bir senaryo yazan Sylvain Chomet, özgün buluşlar ve hınzır bir mizah sosuyla servis ettiği ‘Atilla Marcel’ ile şaşırtıcı bir filme imza atıyor.

Senaryodaki yan karakterler, semtin sakinleri, köpeğine bağlı yaşlı kör adam, Paul’e düşkünlüğünü gizlemeyen Çinli kız, halaların dans talebeleri özenle çizilmiş.

Evde eskileri karıştırırken bulunan eski bir resim, çekmeceden çıkan bir defter, bizleri konuşmayan Paul’un garip bir ev kazasında hayatını kaybeden, güzeller güzeli annesine ve uzun saçlı babası ‘Atilla Marcel’e götürür.

Paul’ü ve babası Atilla Marcel’i usta bir pandomim sanatçısı gibi canlandıran Guillaume Gouix’in yanında hala rolünde eski tüfeklerden Bernadette Lafont, gizemli komşu kadında Anne Levy başarılı kompozisyonlar çiziyorlar.

Bu müstesna filmi programına alan BAŞKA SİNEMA 15 Ağustos’ta ‘Ben, Kendim ve Annem/Les Garçons Et Guillaume a Table’ adlı bir başka Fransız filmiyle sinema ziyafeti sunacak. 

LUC BESSON’UN İFLASI

1959 Paris doğumlu Luc Besson, 29 yaşındayken yaptığı ‘Derinlik Sarhoşluğu / Le Grand Bleu’ başyapıtıyla, Fransız sinemasının umut vaat eden yönetmenleri arasına girmişti.

Dalgıç eğitmeni ailesinden ilham alarak yazdığı senaryoda Besson, Enzo ve Jacques adlı iki dalgıcın, Akdeniz’de geçen öyküsünü anlatmış, sinema dünyasına Jean Reno’yu kazandırmıştı.

17 yaşında geçirdiği ve dalgıçlık yapmasına engel olan bir dalış kazası sonucu, yunuslar üzerinde uzman bir deniz biyologu olma hayallerine veda eden Besson, 1994’te ‘Sevginin Gücü / Leon’ gibi müthiş bir polisiyeye, 1997’de ‘5. Element / The Fifth Element’ gibi kaliteli bir bilim kurguya imzasını atmıştı.

Sonraları yapımcılığa kayan sinemacı için birçok eleştirmen, işi ticarete döken Luc Besson’a Fransız sinema tarihinde yer olmadığını ileri sürdü.

Yukarıda saydığımız üç filmin dışında, büyük ümitler beslenen bir yönetmene sonrasında yaptığı ‘La Femme Nikita’ (1990), ‘Subway’ (1985), ‘Angel-A’ (2005) ve geçen hafta vizyona giren ‘Lucy’ (2014) gibi filmleri göz önünde bulundurursak, bu görüşlere katılmamak mümkün değil.

Quentin Tarantino’nun iki bölümlük ‘Kill Bill’ başyapıtının kötü bir kopyası olan, senaryosunu da kendi yazdığı ‘Lucy’de Luc Besson adeta iflasını da ilan ediyor.

Scarlett Johansson gibi bir ‘süperstar’a, Morgan Freeman gibi birinci sınıf bir karakter oyuncusunun varlığına rağmen, inandırıcı olmaktan son derece uzak, çocuksu senaryosuyla, zorlama aksiyon sahneleriyle son derece kötü bir film.

İlk filmleriyle takdir edilen Luc Besson sonraları dört filmlik ‘Taksi’ serisiyle, ‘İntikam Meleği’ gibi senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği aksiyon filmleriyle, tüccarlığı ile öne çıktı. Ara sıra kamera arkasına geçip, eski başarılarını taklit eden, bol aksiyonlu, zorlama ve didaktik filmlerle sinemada hala söyleyecek sözü kaldığını kanıtlamaya çalıştı.

 

MANTIĞI BOŞ VERİN, AKSİYONLA YETİNİN  

Bu bildik konulu, klişeleri ardı ardına sıralayan kalitesiz yapımlar, kendini ciddiye almaktan mustarip Luc Besson’u tükendiğini göstermekten başka bir işe yaramadı.

Kariyerindeki ana kahramanlarını genellikle kadınlardan seçen Besson ‘Angel-A’ (2005), ‘Jeanne D’arc’ (1999), ‘The Lady’ (2011), ‘Adele’in Olağanüstü Maceraları’ (2010)’da olduğu gibi ‘Lucy’de de başrole olağanüstü kabiliyetleri olan bir genç kadını oturtuyor.

Sinemaya sadece aksiyon filmleri için giden, türün iflah olmaz meraklıları için biraz konudan bahsedeyim: Tayvan’da okuyan Amerikalı bir kız öğrenci olan Lucy yeni tanıştığı erkek arkadaşının kuryelik teklifini kerhen kabul etmesiyle başı Kore mafyasıyla belaya girer. Kendisine aşırı dozda verilen kimyasallarla zihinsel ve fiziksel açıdan olağanüstü yetenlere kavuşan Lucy büyük bir uyuşturucu çetesini karşısına alır. Lucy, “İnsanoğlu beyninin ancak yüzde onunu kullanır” tezinin savunucusu Profesör Norman’dan yardım isteyip peşine takılan çeteyi alt etmeye çalışır.

Beynimizin sonsuzluğu temasıyla yola çıkan, beyin kapasitesinin arttırılmasıyla insanüstü geçler elde edilmesi gibi ilginç olabilecek bir konuyu işleyen ‘Lucy’, inandırıcılık sorunu yaşayan zayıf senaryosundan gelme zaaflarıyla vaat ettiği sözü yerine getirmeyen bir filme dönüşüyor.

“İnsanlar beyinlerinin yüzde 10’unu değil de yüzde yüzünü kullanabilseydi ne olurdu?” sorusuna, mafyatik uyuşturucu çetesiyle yapılan bitmez tükenmez bezdirici kovalama sahneleri eşliğinde cevap arayan film “mantığa başvurmayın, bilimkurgu-aksiyon sahneleriyle yetinin” diyor.

Tüccar sinemacı Besson senaryosuna eklediği felsefe ve bilim sosuyla filmini tatlandırmaya çalışıyor ama netice değişmiyor: ‘Lucy’ fare doğuran bir dağ.

Meraklısı için son bir not: Orijinal ‘Old Boy’daki müthiş performansından tanıdığımız Güney Koreli Aktör Min-Sik Choi ‘Lucy’de mafya liderini canlandırıyor.