Savaş ve barış

Savaş siyasetin başka yöntemlerle devamından ibarettir diyerek savaşı bir araç olarak tanımlar Prusyalı General Carl Von Clausewitz. Aydınlanma felsefesinin rasyonalist düşünürü Immanuel Kant ise şu soruyu sorar: “Şayet savaş kararı alınırken halkın kendisine danışılsa devletler bu kadar kolay savaş kararı alabilir mi?”

Selin NASİ Köşe Yazısı
23 Temmuz 2014 Çarşamba

Savaş siyasetin başka yöntemlerle devamından ibarettir diyerek savaşı bir araç olarak tanımlar Prusyalı General Carl Von Clausewitz. Aydınlanma felsefesinin rasyonalist düşünürü Immanuel Kant ise şu soruyu sorar: “Şayet savaş kararı alınırken halkın kendisine danışılsa devletler bu kadar kolay savaş kararı alabilir mi?”

Savaşı savunabilirsiniz... Güvenliğinizi doğrudan ya da dolaylı tehdit ettiğini düşündüğünüz unsurları ortadan kaldırmak için başvurulacak son çare olarak... Veya şiddetin her türlüsüne karşı çıkmayı seçebilirsiniz... Bu ahlaki bir duruştur. Lakin insanlar için geçerli olan ahlâk kurallarını devletlere uyarlayamazsınız. Devlet aklı savaşın iyiliği ve kötülüğünü tartışmaktan ziyade savaşa girmenin bedelini ve kazancını kıyaslar. Çıkan sonuca göre karar verir.

Günümüzün demokrasileri seçilmiş liderler ve yetkiyle işleyen meclisler aracılığıyla alıyor savaş kararlarını. Belki eşlerini, oğullarını hatta kızlarını savaşa gönderecek insanlara danışılsa “Barışı bir kez daha zorlayın!” mesajı çıkar bunu bilemiyoruz.

Savaşın çirkin yüzünü tartışmaya gerek yok. Sadece bulunduğumuz coğrafyada ateş ortasında kalmadığımız için halimize şükredebiliriz. İnanıyorum ki hangi sebepten olursa olsun siyasetin körüklediği savaşların getirdiği ölümün ve yıkımın acısını hissetmek insan olma paydasında birleştirir hepimizi.

Çok zor bir hafta geçirdik. İsrail-Filistin meselesi her patlak verdiğinde olduğu gibi İsrail Devleti’nin siyasi kararları Türkiye’de yaşayan Yahudilere fatura edildi.

Halkların bağlı olduğu ülkenin savaş kararları üzerinde bile ağırlığı sınırlıyken başka bir ülkenin siyasi karar alma mekanizmasına etki edebilmesinin akla yatkınlığı sınanmadan... Neyse ki liderlerin sağduyusu galip geldi ve Türk Yahudilerinin öncelikle doğup büyüdükleri bu ülkenin vatandaşı olarak acılara ve sevinçlere de ortak olduklarının altı çizildi.

Zihinlerde ve gönüllerde iz bırakmış yaraların kabuklarını kaldıran sert söylemlere de tanık olduk yine geçtiğimiz hafta. Acıyla, üzerinde düşünülmeden söylendiğine inanmayı tercih ettik. Gazze’de yaşanan insani dram karşısında hedef gösterilirken asıl üzerinde durulması gereken ve çok da yerinde sorulmuş olan soru şuydu: “Birleşmiş Milletler örgütü ne işe yarar?”

Bildiğiniz gibi bu sene 16 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği,20 milyondan fazla insanın yaralandığı 1.Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıldönümü. Dünya savaşlarının ardından böylesi büyük felaketlerin tekrar yaşanmaması yeni dünya düzeninin başlıca amacı oldu. Ve pek tabi savaşın BM gibi kurumlar aracılığıyla önlenebilirliğini savunan liberal paradigma da uluslararası ilişkilerin kuramının üç temel ayağından biri haline geldi.1920’de kurulan ancak 2.Dünya Savaşı’nı engellemekte başarısız olan öncülü Milletler Ligi’nin yerine aldı, BM 1946’da.

Devletlerin bir araya gelerek sorunlarını paylaşabilecekleri bir platform sağlaması açısından BM hâlâ önemli bir referans noktası. Üstelik öncülünden farklı olarak üye devletlerin desteğinden oluşan kendi askeri gücüne de sahip. Ancak karar alma mekanizması Güvenlik Konseyi daimi beş üyesinin oy birliğini gerektirdiğinden ötürü bugün tartıştığımız veto sorunu süreci tıkıyor. Barışı sağlamak için kurulan BM, kuvvetli olan ülkelerin çıkarlarının gücü yetmeyen devletlere dayatıldığı bir kuruma dönüşmesi sebebiyle meşruiyetini günden güne yitiriyor. Adaletin tesisinde yetersiz kalıyor.

Hükümetin insani sebeplerden tepkili olduğu bir meselenin uluslararası camiadan yeterli destek görmemesine ilişkin eleştirilerini ve özellikle BM için kurumsal reform çağrılarını yinelemesini yerinde buluyorum. Ancak yapısal sorunlar ve sistemin adaletsizliği dışında devlet bazında da özeleştiri yapılması gereken noktalar var. Kurumların verimli işlemediği noktada mekik diplomasileri bir diğer formül olarak devreye girer. Türkiye çok değil bundan beş-altı yıl önce üstlendiği arabuluculuk rolünü geçen sürede nasıl ve neden kaybetti? Bugün ateşkes görüşmeleri için ilk olarak Mısır’ın hatta Katar’ın adı geçerken Türkiye neden sonra geliyor? Bunu tartışalım.

Savaşa ve şiddete karşı olmak ilke edinildiği takdirde bazı canların diğerlerinden daha kıymetli olmaması gerekir. Tarafsızlığımızı ve güvenilirliğimizi yaralayan adımlarımızı gözden geçirelim. Barışı savunurken diğer tarafta husumeti körükleyen bir dil kullanılması arabuluculukla bağdaşmaz. En basit örnekle, barıştırmak istediğimiz taraflardan birinin kahrolmasını, yok olmasını dilerken, her iki tarafın da yararına olacak bir çözüm için onları aynı masaya oturtmanın imkânsızlığını görelim.

Kurumların ve normların aşındığı, herkesi kendi başının çaresine bakmaya iten, kaba gücün yeniden üstünlük sağlamaya başladığı endişe verici bir gidişat var. Ne kadar istesek de savaşın önüne geçemiyoruz. Ve maalesef ateş düştüğü yeri yakıyor. Ama “Göze göz, dişe diş!” diyerek lanet okumak yerine barışa zemin hazırlamak için ne yapabiliriz onu konuşalım. Bu bakımdan Türkiye’nin Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ile Hamas Siyasi Büro Şefi Halid Meşal’i Mısır ve Katar’ın ateşkes formülleri üzerinden orta yolda uzlaştırma çabalarına eklemlenerek destek vermesi umut verici...

İçeride ve dışarıda suçlu aramakla zaman kaybedeceğimize enerjimizi düşünmek ve çözüm üretmek isteyenleri bir araya getirmek üzerine yoğunlaştıralım. Barışın bir parçası olalım. Savaşın bir tarafı olmaktansa...