Müthiş bir kıyamet sonrası filmi

Genç Avustralyalı yönetmen David Machod’un, George Miller’in kült filmi ‘Mad Max’i anımsatan ‘The Rover’ı her türlü kanunsuzluğun hüküm sürdüğü, ekonomik krizin arkasında bıraktığı bir yıkım ortamında geçiyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
2 Temmuz 2014 Çarşamba

Sergio Leone’nin westernlerini akla getiren film, hayatta tutunacak dalı olmayan bir adamın çalınan arabasını bulmak için yaşadıklarını anlatıyor. Başarısız bir soygun girişiminde yaralı olduğu için olay yerinde bırakılan bir çete elemanı, kahramanımızla kader birliği ederek, beklenmedik bir yolculuğa çıkıyor. Michod, izleyiciyi film süresince tedirgin eden bir kıyamet atmosferini başarılı bir sinematografiyle hissettiriyor. Tommy Lee Jones  ise ‘The Homesman’de western kahramanları üzerinden, günümüz Amerikan toplumunu, şiddete meylini ve zaaflarını eleştiriyor

 

67.  Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilirken dünya prömiyeri yapılan ‘The Rover’ın kısa sürede Türk izleyicisiyle buluşması iyi oldu.

‘The Rover’ Avustralya çöllerinin itici ve vahşi coğrafyasında geçen, George Miller’in 1979 yapımı kült filmi ‘Mad Max’ı anımsatan, bir kıyamet sonrası filmi.

Filmin yönetmeni, 42 yaşındaki Avustralyalı David Michod ilk uzun metrajlı filmi ‘Animal Kingdom’ ile tanınan bir aktör-senarist-yapımcı-yönetmen.

Bu film 2010’da Sundance Film Festivali dâhil 40’a yakın ödül kazanmıştı. Michod’un dört yıllık bir suskunluk döneminden sonra yaptığı ikinci film olan ‘The Rover’, kanunun hüküm sürmediği, ekonomik krizin arkasında bıraktığı yıkım ortamında geçiyor.

Genç yönetmen Michod, izleyiciyi film süresince tedirgin eden bir kıyamet atmosferini başarılı bir sinematografi ile hissettiriyor.

Sergio Leone’nin westernlerini akla getiren ‘The Rover’, kimsesi olmayan, hayatta tutunacak bir dalı olmayan genç bir adamın, elinde kalan tek şey olan arabasının çalınmasını gösteren, müthiş bir aksiyon sahnesiyle başlıyor.

Bir maden ocağının önünde, her gün rastlanan ölümcül silahlı çatışmaların birinde, başarısız bir soygun teşebbüsünde bulunan üç kişi, gerilerinde yaralı bir arkadaşlarını bırakıp kaçmaya çalışmaktadır.

Batı ekonomisinin çökmesinden on yıl sonra geçen konusuyla film, hala aktif olan Avustralya madenlerinin, maceraperest ve tehlikeli kişileri cezp etmeyi sürdürmesini anlatıyor.

‘The Rover’ adeta ünlü Amerikalı yazar Cormac Mc Carthy’nin, 2007’de Coen Kardeşler’e dört Oscar kazandıran ünlü ‘İhtiyarlara Yer Yok’un Avustralya versiyonu.

Yönetmen Michod’un, senaryosunu Baz Luhrmann’ın ‘Muhteşem Gatsby’sinde aktör olarak izlediğimiz vatandaşı Joel Edgerton ile müştereken yazdığı senaryo, şok etkisi yaratan aksiyon sahneleriyle öne çıkıyor.

Saldırganlığın ve kanunsuzluğun uçlarında gezinen bu konuyu, acı bir mizah yüklü, ancak kötümser atmosferli, üzgün ve agresif bir sinema diliyle anlatan David Michod, kendisini parlak bir kariyerin beklediğini müjdeliyor.

Konuya dönecek olursak, film kuralsızlığın hüküm sürdüğü, ölmek üzere olan bir toplumda, iki kişinin yollarının kesişmesini anlatıyor. Hayatta kaybedecek şeyi kalmamış, yaşadığı olumsuzluklar yüzünden hiddet dolu Eric (Guy Pearce) sahip olduğu tek şey olan arabasının gangsterler tarafından çalınmasıyla büsbütün çıldırır.

Onların peşine düşerken, tek güvencesi aynı gangsterler tarafından, olay yerinde yaralı olduğu için ölüme terk edilen Rey’dir.(Robert Pattinson)

Eric, yaralı olarak ölümden kurtardığı, yanına aldığı Rey’den soyguncuları bulması için kendisine yardımcı olmasını beklemektedir. Oysa Rey kendisini ölüme terk eden ağabeyi Henry’yi (Scott Mc Nairy) her şeye rağmen sevmeyi sürdürmektedir.

 

ROBERT PATTİNSON KARİYERİNİN EN İYİ PERFORMANSINDA

Bir yol filmi olan ‘The Rover’ zorunlu bir kader birliği içine giren iki kişinin, sonunu tahmin edemeyecekleri bir ölüm yolculuğuna çıkmalarının öyküsü.

İnsan hayatının değerinin sıfırlandığı, hızlı silah çekenin, iyi nişan alanın ayakta kaldığı, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü bir yolculukta Eric-Rey ikilisi, yollarına çıkan sayısız tehlikeden sağ çıkmayı başarırlar.

Kaçan üç gangsterin güzergâhını keşfetmeye çalışırken, yolları kesişen uyuşturucu satıcısı bir cüce ve çetesinden, iyi bir silahşor olan Eric’in becerisiyle sıyrılmayı başaran ikili sonunda gangsterlerin saklandıkları evi bulurlar.

Çalınan arabasını geri alabilmek için çılgınlıkta sınır tanımadığını kanıtlayan Eric ile iki ateş arasında kalan Rey’in filmin finalindeki yazgılarını David Michod, Hollywood’daki ustalarına parmak ısırtacak bir beceriyle anlatıyor. Bunda iki başrol oyuncusu kendisine destek veriyor.

David Michod’un ilk filminde de oynayan Guy Pearce, Christopher Nolan’ın başyapıtı ‘Akıl Defteri/Memento’daki(2000) oyunundan sonraki en iyi performansını çıkararak, Avustralya’nın yetiştirdiği en karizmatik aktörlerinden biri olduğunu kanıtlıyor.

Alacakaranlık’ serisiyle ünlenen, genç kızların sevgilisi Robert Pattinson, David Cronenberg’in son iki filmi ‘Cosmopolis’ ve ‘Maps to the Stars’dan sonra, ‘The Rover’daki olağanüstü performansıyla, sadece yakışıklılığı ile değil, iyi oyunculuğuyla da anılması gereken bir aktör olduğunu ispatlıyor. Kendisini aşarak, kariyerinin en başarılı performansına imza attığı ‘The Rover’de, Rey kompozisyonu ile şaşırtıcı bir çıkış yakalayan Pattinson’u, ileride usta Hollywood yönetmenlerinin iddialı filmlerinin başrol oyuncusu olarak izleyebileceğiz.

Ağabeyi tarafından ölüme terk edilen Rey, bu beklenmedik yolculukta itilip kakılmasına, hatta tekmelenerek kovulmasına rağmen, sahibinin peşini bırakmayan zayıf bir köpeği andırıyordu. ‘The Rover’in bence en büyük sürprizi Robert Pattinson idi.

Özetlemek gerekirse, ‘The Rover’, bilimkurgu ile Western’i harmanlayan içeriğiyle, acımasızlık, hayata tutunmak, öc almak ve yazgı temalarını ustalıkla işleyen, çizgi dışı bir yolfilmi.

 

T.L. JONES’TAN KLASIK BIR WESTERN

İlk yönetmenlik denemesi ‘The Three Burials of Melquiades Estrada’ ile 2005 Cannes Film Festivali’nde En İyi Aktör Ödülü kazanan Tommy Lee Jones, filmin senaristi Guillermo Arriaga’ya En iyi Senaryo Ödülü’nü kazandırmıştı.

Yönetmen olarak ikinci filmini 2011’de ‘The Sunset Limited’i yapan Jones, bu yıl Cannes’da üçüncü filmi olan ‘The Homesman’ ile yarışmaya katıldı.

Romanları sinemaya sıkça uyarlanan Glendon Swarthout’un ‘Lanetliler Arabası’ndan alınıp, Tommy Lee Jones’un da içinde bulunduğu üçlü bir ekip tarafından senaryolaştırılan film, 19. asırda geçen klasik bir western.

Tommy Lee Jones bu iyi çekilmiş, iyi oynanmış filmde, ustası Clint Eastwood’un izinde giderek, westernin kahramanları üzerinden, günümüz Amerikan toplumunu, şiddete olan meylini ve zaaflarını eleştiriyor.

Eastwood bunu bol Oscar ödüllü ‘Affedilmeyenler’ (1992) ve ünlü ‘Pale Rider’da(1985) ustalıkla yapmıştı.

‘The Homesman’de köylüler kaba ve kalleş, Kızılderililer suç işlemeye yakın ve tekinsiz, kovboylar hayatta kalabilmek için her türlü tavizi veren zayıflıkta, şehir halkı para peşinde koşan duyarsızlar sürüsü.

Amerikalıların 19. yüzyılın ortalarında, Batı topraklarını Kızılderililer ve Meksikalıları savaşta yenerek ele geçirdikleri bir dönemde, Nebraska’nın yoksul bir köyünde geçen konusuyla film, yöredeki hayat şartlarının zorluğunu gösteriyor. Hayatlarını tarlada çalışmak, üst üste doğurdukları çocuklara bakmak ve kocalarının uyguladıkları şiddete tahammül etmekle geçiren kadınların üçü çıldırır, etraflarına zarar verdikleri için köyden kovulur.

Kilisenin papazı bu kadınların tedavi edilmeleri için kendilerini şehre götürebilecek bir gönüllü aramaktadır.

Toprağı işlemek, evlenip bir yuva kurmak gayesiyle, New York’tan batıya gelen, orta yaşlı Mary (Hillary Swank), koca bulamamanın ezikliğiyle bu görevi üstlenir. Kapısı kilitli bir arabada, elleri bağlı üç deli kadınla, Iowa’ya varmak üzere yola çıkan Mary, bir çöl serserisi olan George’u idamdan kurtararak yanına alır. George dört kadının güvenliklerini sağlamak için yüklü bir ücret alacaktır.

Yollarına çıkan sayısız tehlikede güç birliği yapan beş kişi birbirine kenetlenir. Mary’nin hayatını kaybetmesiyle, George, korumasız ve zavallı üç deli kadını Iowa’ya götürmeyi başarır. Kilise ile irtibatı olan Altha (Meryl Streep) üç kadını yeni bir hayata hazırlayacaktır.

Klasik western kalıplarına sıkı sıkıya bağlı kalan Tommy Lee Jones, ağır ritimli ama mizah dolu bir sinema dilini tercih etmiş. Aktör olarak, bilinen rahatlığı ve becerisiyle, değişik ve özgün bir serseri kovboy karakteriyle övgüyü hak ediyor. Kısa rollerine rağmen, Miranda Otto, James Spader, Tim Blake Nelson, renkli karakterler yaratıyorlar.

Oyuncu kadrosunda öne çıkan, ‘Milyonluk Bebek/Million Dollar Baby’den bu yana en iyi kompozisyonunu çizen Hillary Swank, hayata yenik düşmemek için savaş veren cengâver kadın rolünde çok başarılı.

68 yaşındaki Tommy Lee Jones’un, Andrew Davis’in 1994 tarihli ‘Kaçak’ adlı filminde, En İyi Yardımcı Aktör dalında alınmış bir Oscar, bir de Altın Küre Ödülü var.