İrlandalı bir halk kahramanı

İngiliz usta Ken Loach’ın ‘Jimmy’s Hall’ü 67. Festival´e damgasını vuran filmdi

Viktor APALAÇİ Sanat
25 Haziran 2014 Çarşamba

78 yaşında, gençlere taş çıkartacak bir enerji ile üretkenliğini sürdüren, İngiltere’nin en prestijli yönetmeni Ken Loach, 17 kez yarıştığı Cannes’a bu yıl ‘Jimmy’s Hall’ ile geldi.

İrlanda’nın sancılı bağımsızlık savaşı sayısız İngiliz filmine konu oldu. Ken Loach kendisine 2006’da Altın Palmiye kazandıran ‘Özgürlük Rüzgârı/ The Wind That Shakes The Barley’de bu konuyu işliyordu.

Konusunu gerçek bir hayat öyküsünden alan ‘Jimmy’s Hall’da Loach İrlanda’nın bağımsızlık savaşını tekrar ele alıp bir halk kahramanı olan Jimmy Gralton’u filmine taşıyor.

Her ne kadar ‘Bu artık son filmim. Bundan böyle sadece belgesel çekeceğim,’ dediyse de, yapımcısı bunu teyit etse de, Ken Loach Cannes’daki basın konferansında uzun metrajlı filmleri sürdüreceğini ilan etti.

Aynı kadrolarda çalışma prensibini sürdüren, tutucu Ken Loach bu filminde demirbaş senaristi (avukatlıktan gelme) Paul Laverty ile 13. kez, yapımcısı Rebecca O’Brien ile 16. kez bir araya gelmiş oluyor.

‘Carla’nın Şarkısı/Carla’s Song’(1996) yılından beri Loach’un işbirliği ettiği sadık senaristi Laverty, 1920’lerde Katolik Kilisesi’ne karşı geldiği için, ülkesinden kovulan komünist halk kahramanı Jimmy Gralton’un İrlanda’ya dönüş öyküsünü anlatıyor.

Yeni Dünya’ya göç eden Avrupalı göçmenleri New York sokaklarında gösteren belgesel (siyah-beyaz) görüntüler ile başlayan film, Ken Loach’un İrlanda’ya özel sempatisinin izlerini taşıdığı gibi, sosyal içeriğiyle yönetmenin kariyeri boyunca doğruları savunmadaki sarsılmaz kararlılığını yineliyor.

Aktivist komünist kahramanına karşı, aşırı sağcı, şiddet yanlısı milliyetçilerin açtığı savaşta, Ken Loach Katolik Kilisesi’nin tutumunu eleştiri konusu yapıyor. Aklı başında, yaşlı başlı, ağzı iyi laf yapan (ve filmde kiliseyi temsil eden) bir rahip, doğrulardan yana değil, Klu Klux Klan taktikleri ile çalışan, yakıp yıkan, aşırı sağcıların yanında saf tutuyor.

Cezasını tamamlayıp Amerika’daki sürgün hayatından ülkesine dönen Jimmy Gralton, halktan gelen yoğun talep üzerine, köy kavşağında bir dans salonu açmasıyla, kilisenin aforozuna uğruyor. Köy halkının eğitim gördüğü, dans edip şarkı söylediği, özetle kendini mutlu hissettiği bir sosyal aktivite alanına tahammül gösteremeyen Katolik Kilisesi, bu yerin tutucu sağcılar tarafından yakılıp yok edilmesine çanak tutuyor.

KİLİSE-SERMAYE KESİMİ DAYANIŞMASI

1932 yılında geçen öyküsüyle film, aşırı solcu militan sendikacı, aktivist Gralton’un Amerika’daki 12 yıllık sürgün hayatının ardından, ülkesi İrlanda’ya yaşlı annesinin çiftlik işlerine yardım etmek üzere dönüşüyle başlıyor.

İrlanda’daki sivil savaşı on yıldır geride bırakmış olan yerel halk, Amerika’dan gramofonu ve caz plakları koleksiyonu ile dönen Jimmy Gralton’dan kendilerini bir araya getirecek, dans edecek, edebi sohbetlerde şiir okuyabilecek bir lokal açmasını talep eder.

Yokluğunda evlenen ama hala sevdiği eski sevgilisinin de bastırmasıyla Jimmy, çok ilgi gören bu kültür merkezini açar. Çevrenin zengin sağcı toprak sahipleri ile Kilise’nin güçlü rahibinin iş birliğiyle tepki çeken  bu merkezdeki mutluluk günlerinin ömrü uzun olmayacaktır.

Lokal bir gece ateşe verilir. Hakkında tutuklama kararı çıkarılan Jimmy’nin kaçabilmesi için köy halkı seferber olur.

1932 yılında geçen konusuyla, filmde bir rahibin temsil ettiği kiliseye tanınan hakların korkutucu bir boyuta ulaştığını söyleyen senarist Paul Laverty, kontrolü elinde tutan büyük işletmelerin demokrasinin gelişmesini engellediğini, neoliberalizmin topluma uyguladığı kısıtlamaların kurbanı olduğumuzu ileri sürüyor.

Ken Loach, ülkesinde iki kez ‘persona non grata’ ilan edilen Jimmy Gralton’un kişiliğinde bizlere İrlanda gerçeği üzerine yeni şeyler söylüyor.

Cannes’daki basın konferansında Ken Loach: “Jimmy Gralton’dan günümüze, Kilise hiyerarşisinin ekonomik gücü temsil eden sermaye kesiminin emrine girmesi, bende bu filmi yapma arzusunu geliştirdi. Bazı skandallar Kilise’nin kredisine çok darbe vurdu, ama filmin konusunun geçtiği yıllarda Kilise’nin gücü tartışılmazdı. Rahip karakterini karikatürize etmeyi hiç düşünmedik.

1929 ekonomik krizinin izlerini taşıyan Leitrim bölgesinin fakirlik yıllarını anlatan ‘Jimmy’s Hall’ biraz da günümüzü anlatıyor. İrlanda’da istikballerini karanlık gören bir genç kitle yaşıyor,” dedi.

İrlanda Kurtuluş Ordusu’na mensup iki kardeşi karşı karşıya getiren bir drama olan ‘Özgürlük Rüzgârı’nın devam filmi olarak nitelendirilebilir ‘Jimmy Hall’.

Zira bu film, Altın Palmiye ödüllü ilk filmin konusunun geçtiği yılın on yıl sonrasını anlatıyor.

Başrol, tanınmayan bir aktör olan Barry Ward’a teslim edilmiş. Rahip Seamus’ta Andrew Scott çok başarılı. George Fenton’un dönemin caz tutkusunu hissettiren müzik partisyonu da başarılı.

 

CANNES NOTLARI

 ---Genç yaşta kaybettiğimiz Fransız Yeni Dalga akımının kuramcılarından François Truffaut’nun ölümünün 30. yıldönümü vesilesiyle, 67. Cannes Film Festivali ustanın ölümsüz eserlerinden ‘Son Metro/Le Dernier Metro’nun yenilenmiş kopyasını programına aldı. İşgal altındaki Fransa’da işlenmiş insanlık suçlarını sergileyen bu müstesna filmin oyuncuları arasındaki Catherine Deneuve ve Gerard Depardieu bu filmin galasında hazır bulundu.

 ---Festival bu yıl Altın Palmiye Ödüllü ‘Paris, Texas’ başyapıtının da 30. yılını kutladı. 1984 yılında İngiliz aktör Dirk Bogarde başkanlığındaki jürinin en büyük ödüle layık gördüğü ‘Paris, Texas’ın yaratıcısı Wim Wenders, ödülünü aktris Faye Dunaway’in elinden almıştı. Benim son 30 yılda gördüğüm en iyi 3-5 filmden biri olan ‘Paris, Texas’ın yenilenmiş kopyasını ‘Cannes Classics’ etkinliği kapsamında izlemek, Wim Wenders’i selamlamak büyük keyifti.

 ---67. Cannes Film Festivali’nde yarışan 18 filmin yarısının süresi iki saatin üstündeydi. Altın Palmiye galibi, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’, üç saat 16 dakikalık süresiyle ana yarışmanın en uzunuydu. Bu yüzden yalnız bu filme iki basın gösterimi yerine bir tek seans yapıldı ve 4600 gazetecinin yarısı bu filmi izleyemedi. Diğer uzun filmler: Michel Hazanavius’un ‘The Search’ü (2 saat 40 dk), Mike Leigh’in ‘Mr. Turner’ı (2 saat 29 dk), Andrey Zvyagintsev’in ‘Leviathan’ı (2 saat 20 dk), Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si (2 saat 20 dk), Bertrand Bonello’nun ‘Saint Laurent’ıydı. (2s.15d)

 ---Ana yarışmada bu yıl dört tane biyografi filmi vardı. Mike Leigh festivalin başında gösterilen ‘Mr. Turner’de empresiyonizmin öncüsü sayılan İngiliz ressam J.M.W. Turner’ın son yıllarını anlatıyordu. Bertrand Bonello, Fransız moda dehası Yves Saint Laurent üzerine yılın ikinci biyografik çalışmasına imzasını atıyordu. İngiliz usta Ken Loach, Cannes’ın müdavimi olarak geldiği yarışmada, yine İrlanda gerçeğine eğiliyor, halk kahramanı, komünist aktivist Jimmy Gralton’un, Amerika’daki sürgün hayatından ülkesine dönüş yıllarını anlatıyordu. 67. Festival’in açılış filmi, Monako kraliyet ailesinin aforozuna uğrayan, Olivier Dahan’ın ‘Grace de Monaco’su ile festival bir skandal ile başlıyordu.

 ---Fransız sinemasında, biyografilere düşkünlüğü ile tanınan Olivier Dahan, kariyerinin en büyük başarısını Edith Piaf’ın hayat hikayesinin anlatan ‘Kaldırım Serçesi/La Mome-La Vie En Rose’ ile yakalıyordu. 2008 yılında Dahan’a En İyi Yönetmen dalında Oscar adaylığını getiren film, efsanevi şarkıcı Piaf’ı müthiş bir makyajla canlandıran Marion Cotillard’a, kariyerinin en iyi performansıyla En İyi Aktris dalında Oscar ödülü getiriyordu. ‘Kaldırım Serçesi’ hak ettiği ikinci Oscar heykelciğini ‘Makyaj’ dalında kazanmıştı.