Seçilmiş ama ne için?

Bu yazıda Rabi Aryeh Kaplan’ın ‘If you were God’ adlı kitabından yararlanarak siz sevgili okurlarıma seçilmişlik kavramını anlatmaya çalışacağım. Rabi Kaplan 1983 yılında, henüz 48 yaşında iken ani bir şekilde bu dünyaya veda ettiğinde, geride 47 kitap bırakmış, ‘gizli’ bilgilerin büyük bir kısmını ortaya çıkarmıştı. Bu dünya için ‘fazla iyi’ olduğu söylenir.

Estreya SEVAL VALİ Kavram
25 Haziran 2014 Çarşamba

Rabi Kaplan kitabını bölümler halinde yazmış. Ben de aynı yapıyı izleyeceğim.

 

Problem

Size birçok kabilenin yaşamakta olduğu bir ada veriliyor. Bu kabileler doğaları ve kültürleri gereği sömürmeye ve saldırganlığa eğilimli. Sonuçta adada savaşın, yoksulluğun ve önyargının neden olduğu büyük bir acı yaşanıyor ve hayat yüzyıllardır öyle devam ediyor. Anlaşılan o ki, durumun düzeleceği yok.

Göreviniz

Bu toplumu iyileştirmeye çalışmak.

Üyelerine uyum içinde yaşamayı öğretmek ve acıyı en aza indirgemek, mümkünse ortadan kaldırmak.

Sağlıklı bir toplum yaratmak.

Elinizdeki kaynaklar

Yüksek teknolojinin sunabileceği bütün kaynaklara sahipsiniz.

Bütün adayı gözetiminiz altında tutabiliyor, herhangi bir yerde neler olup bittiğini her an izleyebiliyorsunuz.

Bulut tohumlamak için ekipmanlarınız var. Yeraltına patlayıcılar yerleştirebiliyorsunuz. Hava koşullarını, selleri, volkanları, depremleri mantık çerçevesinde kontrol edebiliyor ve dilediğiniz herhangi bir ‘doğal’ olayı başlatabiliyorsunuz.

İnsanların zihnine fikirler sokabilecek olanaklarınız da var. Bu fikirleri dilerseniz bütün halka, dilerseniz seçtiğiniz bazı liderlerin aklına yerleştiriyorsunuz. Ancak bunun ters tepebilme imkânı da mevcut. Eğer halkın temel doğasına karşı olan fikirler dayatmaya çalışırsanız, bunlar tümüyle reddedilir ve çabalarınız boşa gider. Bunun çaresi, halkın kötü doğasına uygun olan ve halkın olumlu tepki vererek fayda sağlayacağınız fikirlerden yararlanmak.

Kısıtlamalarınız

Ada halkı hiçbir şekilde sizin varlığınızın farkında olmayacak. Bu şart tüm diğerlerinden daha öncelikli. Kendinizi ortaya çıkardığınız takdirde yaşanacak manevi şok, ada kültürünün dokusunu tamamıyla bozacaktır. Öyle büyük bir acı yaşanacaktır ki, bunu hiçbir iyilikle telafi edemeyeceksiniz. Halk bir tür bitkisel hayat yaşamaya başlayacak ve kurtulması mümkün olamayacaktır. Olur da düzelirlerse, öyle bir şiddetle başkaldıracaklar ki, başta sahip oldukları az sayıdaki olumlu değerleri bile kaybedecekler. Dolayısıyla kendinizi göstermemeniz yönündeki kısıtlamaya, istisnasız her durumda uymak zorundasınız.

Ancak bunun dışında dilediğiniz kadar insancıl ya da sert bir şekilde davranmakta özgürsünüz.

Kısacası, Tanrı rolünü oynama fırsatını yakaladınız!

Ne yapardınız?

Sorular

Pek çok kişiye göre yaşadığımız günlerin gerçek olduğuna inanmak çok zor. Altı milyon Yahudi’nin katledildiğini gördüğümüz bir nesilde yaşıyoruz. Vietnam’da çocukların diri diri yakıldığına, bebeklerin Biafra’da açlıktan öldüğüne, Bangladeş’te bir ulusun sistematik olarak yok edildiğine tanık olduk. (Bu kitap 1983’te yazılmış, sevgili okurlar. Bosna’yı, Rwanda’yı ve Darfur’u da ekleyebiliriz.) Nereye baksak açlık, yoksulluk ve eşitsizlik hüküm sürüyor. İyi insanlar acı çekiyor ve kötüler refah içinde yaşarmış gibi görünüyor.  

Bu yüzden çoğu kimse gayet mantıklı bir soru soruyor: Tanrı neden böyle şeylere izin veriyor? Neden engelleyecek bir şey yapmıyor?

Cevap bir yerde oldukça açık: Dünyaya kötülüğü getiren Tanrı değil, insan! Savaşları yapan Tanrı değil, insan! Altı milyon Yahudi’yi Tanrı öldürmedi, insanlar katletti! Yoksullara zulmeden Tanrı değil, insan! Kimyasal silah kullanan Tanrı değil, insan!

Ancak bu yanıt insanları tatmin etmiyor. Temel sorun hâlâ yerli yerinde: Tanrı neden kötülük imkânını yarattı? Kötülüğün varolmasına neden izin veriyor?

Bunu anlayabilmek için yaratılışın amacını yeniden incelememiz lazım geliyor. Söz konusu amaç, kendi hareketlerinden sorumlu olan bir varlık gerektiriyor. Bu da, insanın özgür iradeye sahip olması anlamına geliyor.

Eğer Tanrı bir kuklalar ırkı olsun isteseydi, o zaman kuklalar yaratırdı. Robotlar olsun isteseydi, robotlar yaratırdı. Ancak Tanrı’nın dilediği, bu değildi. Özgür iradeye sahip, hareketlerinden sorumlu olan insanlar istiyordu.

Ne var ki, özgür irade dediğiniz zaman, kötülük olanağı beliriyor. İstediğimiz kadar derin düşünelim, bu husus daha da açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Tanrı, evreni sevgiden ötürü yarattı. Bu öyle büyük bir sevgidir ki, insan hayal bile edemez. Tanrı evreni yarattı ki, iyiliğini bahşedebilsin. Ve Tanrı’nın vermek istediği iyilik, en büyüğüdür. Başka türlüsü olamaz

 

Peki, en büyük iyilik nedir? Tanrı, yarattıklarına en büyük hangi iyiliği verebilir?

 

Soru zor gibi görünüyor ama biraz düşünecek olursak, cevabı buluruz. En büyük iyilik, Tanrı’nın Kendisidir. Onunla ‘bir olmak’tan, ona ‘yapışmak’tan büyük iyilik olamaz. Tanrı’nın insanı Kendi görüntüsünde yaratmasının nedeni de budur.

Tanrı bu yüzden insana özgür irade verdi.

Tanrı, Özgür bir Varlık olarak hareket eder. İnsan da öyle. Tanrı, bir kısıtlama olmadan hareket eder. İnsan da öyle. Tanrı iyiliği kendi seçimi uyarınca yapar. İnsan da öyle. Din yorumcularının pek çoğuna göre  “Tanrı’nın görüntüsünde” yaratılmak bu anlama gelir.

Nasıl ki Tanrı, insanın bir robot olmasına izin vermez, aynı şekilde bir tutsak olmasına da izin vermez. İnsan, özgür iradeye sahip olduğuna göre, seçme özgürlüğüne de sahip olacaktır. Hapse tıkılmış olan bir insan, diğer herkes gibi özgür iradeye sahiptir ama bu irade ile yapabileceği şeyler çok azdır. İnsanın Yaratan’ına benzeyebilmesi için, azami seçme özgürlüğüne sahip olacağı bir ortamda bulunması gerekir. İnsan ‘her şeye gücü yeten’ Tanrı’ya ne kadar benzerse, iyiyi seçme yönündeki özgür iradesi açısından da O’na o kadar benzemesi mümkündür.

Tanrı, bu seçme özgürlüğünü gerçek kılabilmek için kötülük olanağını da yaratmak zorundaydı. Bir tek iyilik mümkün olsaydı, bunun amaca bir yararı olmazdı. Talmud benzetmesini kullanacak olursak, güpegündüz lamba taşımak gibi olurdu. Kabala’nın baş eseri Zohar der ki: “Bilgeliğin avantajı karanlıktan kaynaklanır. Eğer karanlık olmasaydı, ışık belli olamazdı ve böylece yarar sağlayamazdı... Yazıldığı gibi (Koelet 7:14) ‘Tanrı bir şeyi, diğerine karşıt yaptı.’”

Tanrı’nın amacı gereği, kişi fiziksel açıdan tutsak olamadığı gibi, entelektüel açıdan da hapiste bulunmamalıdır. Tanrı sürekli Kendini gösterseydi ne olurdu? İnsan gerçekten özgür olabilir miydi? Eğer insan sürekli olarak Kral’ın huzurunda duruyormuş duygusuna kapılsaydı, Kral’ın iradesine karşı çıkabilir miydi? Tanrı’nın varlığı hep belli olsaydı, bu bilinç insanı tutsak yapardı.

Tanrı’nın doğa kanunlarına uyan ve böylece Kendi’ni gizleyebileceği bir dünya yaratmasının nedenlerinden biri, budur. Bilgelerimiz şunu öğretir: “Dünya doğal yolunu izler ve kötülük yapan aptallar eninde sonunda yargılanır.”       

Çözümler

Tanrı’nın Kendi’ne koyduğu en temel kısıtlamaları göz önüne aldığımıza göre, artık kendimizi O’nun yerine koyabiliriz. En temel kısıtlamamız neydi? Kendimizi göstermemek. Elinizde kazanmanızı sağlayacak her türlü kaynak olmasına rağmen, hemen ortaya çıkan bazı sorunlar var. Görevinizi başarmak onlarca yıl, hatta yüzyıllar alabilir. Vakit sorununuz bulunmayabilir ama siz geciktikçe, adada çekilen acı giderek artacaktır. Daha önemlisi, halkın değer yargılarını iyileştirme görevini bir kere yerine getirmeniz yetmeyebilir. Bir nesil tarafından öğrenilen dersler, bir sonraki nesil tarafından unutulabilir. Olumlu değerleri ada kültürünün ayrılmaz bir parçası haline getirmek, son derece zor bir iştir.

Bu durumda ada halkını etkilemek için adaya başka insanlar sızdırabilirsiniz. Peki, sızdırdığınız insanları ne amaçla kullanırsınız? Her şeyden önce, örnek olarak kullanırsınız! Onlara örnek bir toplum kurdurur, bu toplum yeterince uzun bir süre ayakta kalırsa, başkalarının ilgisini çeker, onu taklit etmeye veya ondan öğrenmeye koyulabilirler. Sızan kişiler ada halkına doğrudan da bir şeyler öğretebilir. Kültürlerini aşama aşama ada halkına aktarırlar ve manevi değerlerini yükseltirler. Bu, oyunun sonuca ulaşmasını hızlandırabilir.

Ancak sızan kişiler, her zaman büyük tehlike altında bulunacaktır. Farklı bir değerler sistemine sahip olduklarından, hep yabancı sayılacaktırlar. Verdikleri mesajın çoğunluğunkinden farklı olması, husumete uğramalarına yol açacaktır. Görevlerini yerine getirirken adanın dört bir yanına dağılmaları, onları zulme açık bir azınlık haline getirecektir. Oyunun kuralları gereği onlara pek yardım edemeyeceksiniz. En fazla, oyunu onları koruyacak şekilde oynayacaksınız.

Kendinizi göstermemeniz gerektiğinden, sızdırdığınız kişilerle iletişiminizi en az seviyede tutmak zorundasınız. Halkın arasına dağılmış, nesiller boyunca adada yaşamak zorunda kalacaklar ama asimile olup adanın kötü alışkanlıklarına kendilerini kaptırmayacaklar. Bunun için önlemler alacaksınız. Aslında zulüm altındaki azınlık statüleri, asimile olmalarını engelleyecektir. Esas olan, rollerini, sizin stratejinizi bilmeden oynamalarıdır.

Ada halkı zamanla sizin varlığınızın bilincine varacaktır. Oyun sona erdiğinden, kendinizi gösterebileceksiniz. Adaya sızdırdığınız kişilerin de rolü açığa çıkacaktır.

Evet sevgili okurlar... Eğer Tanrı olsaydık, oyunu böyle oynardık. Ada, evren. Ada halkı, Yahudilerden önceki dünya ahalisi. Ya sızanlar? Söylememe gerek var mı? Anladınız siz onları!