“Husumeti iyi okumak gerek”

Dış haberlerin duayen ismi Sami Kohen, Türkiye’nin güney sınırında yaşanan gelişmeleri, tüm dünyanın tedirginlikle izlediği IŞİD gerçeğini ve bölgenin değişen dengelerini ŞALOM için değerlendirdi

Selin NASİ Söyleşi 0 yorum
18 Haziran 2014 Çarşamba

Dış haberlerin duayen ismi Sami Kohen gönülden bağlı olduğu gazetecilik kariyerini geçtiğimiz günlerde Milliyet Gazetesi’nden aldığı 60. yıl plaketiyle taçlandırdı. İçinden yetiştiği Babıali çizgisini ve amatör ruhu kaybetmeden yıllardır köşesinden dünya siyaseti ve Türk dış politikası konularında görüşlerini okuyucularıyla paylaşmaya devam ediyor. Kendisiyle gazetecilik mesleğine ilk adım attığı yıllardan günümüze kısa bir Türkiye turu yaparak, son günlerdeki gelişmeler ışığında Türk dış politikasındaki süreklilik ve değişim gösteren unsurları tartıştık. 


Kısa bir süre önce gazeteniz Milliyet'ten 60. yıl plaketi aldınız. Aynı kurumda bu kadar uzun süre hizmet vermiş olmak mesleki donanımınız kadar kuvvetli bir iş ahlâkına sahip olmanızın ve insan ilişkilerindeki başarınızın da göstergesi olsa gerek. Meslek yaşamınızda kendiniz için belirlediğiniz prensipleriniz nelerdir?

Daha çok genç yaşta gazeteci olmayı kafama koymuştum. Babamın gazetesi vardı. Orada ufak denemeler, yazılar yazmaya çalışırdım. Babamın vefatından sonra gazeteyi devralarak ‘Türkiye’nin Sesi’ adı altında bir süre ben yayınladım. O zaman Türkiye’nin en genç gazete sahibi ve en genç başyazarı unvanı durumundaydım. Henüz 21 yaşındaydım.

Sonra 1950’de Yeni İstanbul’da meslek hayatıma profesyonel olarak başladım. Her zaman prensibim ve amacım şu olmuştur: Ben gazeteci olacağım. İkincisi, uluslararası ilişkiler, Türk dış politikası ve dünya meseleleri üzerinde konsantre olacağım ve sırf bunun üzerinde çalışacağım. Daha ileri tarihte de yazılar yazacaksam, röportajlar yapacaksam hep bu konular üzerine yoğunlaşacaktım. Yaymak istemiyordum. Nitekim bizde spordan şehir haberlerine, oradan diplomasiye geçer, sonra yazı işlerine yükselir. Böyle bir şey yapmak istemedim. Ben istikrarı seven bir insanım.

1954’te Milliyet’e geldiğimden itibaren kendimi evimde hissettim. “Burası benim gazetem, başkaları değişebilir, ama ben evimdeyim” düşüncesiyle çalıştım. Önce dış haberler şefiydim. Şef dediysem zaten tek kişilik bir kadroydu. Kendi kendimin şefiydim. Daha sonra yardımcılarım, yetiştirdiğim insanlar oldu. Bunlardan bir tanesi de rahmetli Mehmet Ali Birand’dı. Herhangi bir sektörde bir insanın bu kadar uzun süre aynı kurumda çalışması çok az görülen bir şeydir.

Bana sorarlar, “Herhangi bir ayrımcılığa maruz kaldınız mı?” diye. Özellikle Milliyet’te böyle bir durum hiç olmadı.

1950’de Yeni İstanbul’a başladığımda sadece tek bir olay vardır hatırladığım. Oraya girdiğimde bir yandan okula devam ederek gece çalışıyordum. Ve çok da iyi performans gösteriyordum. Bu arada işte Türkiye yavaş yavaş dünyaya açılıyor. Yabancı devlet adamları ziyarete geldikçe onlarla söyleşiler yapıyorum. Bunlar benim imzamla çıkıyordu. Haftada bir de dünya turu gibi yazılar yazıyorum. Yazı işleri müdürüm çalışmamdan fevkalade memnun. Patron Hadip Edip Törehan, hayatının büyük bir kısmını Zürih’te geçirmiş bir işadamıydı. Kendisi bir gün beni çağırdı. “Evladım, biz seni çok tuttuk, çok seviyoruz. Fakat dostlarım soruyorlar. Kohen isimli bu çocuğun milliyeti nedir? Cevap vermekte zorlanıyorum. İstikbalin parlak görünüyor, sana engel olmasın. Bu yazıları istersen bir müstear isimle yaz,” dedi. Ben de gençliğin verdiği bir refleksle “Bakın babam yeni vefat etti ve bana bıraktığı en büyük, en değerli miras soyadıdır. Bunu inkâr edemem. Siz ısrarlıysanız benim müstear isim kullanmamda, ben hazırım istifamı vermeye,” deyince hemen beni yatıştırdı.

Bunun dışında ki -bunun da çok kötü niyetle yapıldığını söyleyemem- başıma bir ayrımcılık gelmedi. Yeni İstanbul’daki patronum birkaç ay sonra beni yeniden çağırdı. Kendisi hep Zürih gazetelerini takip ederdi. “Ben okuyorum, Kibbutz diye bir şey varmış İsrail’de. Biz hiç bilmiyoruz bunları, git bir 10-15 gün kal orada ve bunları bizim için araştır,” demişti. Gittim ve dönüşte bir röportaj dizisi hazırladım.

 

Çalışma hayatında gözlemleme fırsatı bulduğunuz gençleri, onların çalışma tarzlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim zamanımız gazetecilik hayatının en iyi 10 yılıydı. 60’lı ve 70’li yıllar. Basın bugünkü teknolojik imkânlara sahip değildi. Maddi imkânsızlıklar vardı, kadrolar daha ufaktı. Bugün geniş kadrolar var, teknoloji çok ilerledi. Ancak, ben ve benim dönemden gazeteci meslektaşlarımın üzerinde durduğumuz şey bir ruh erozyonunun olması. Biz çok hırslıydık; haberin peşine düşerdik. Bugünse bilgisayar ve internet var. İmkânlar rahat olduğu için heveste bir erozyon görüyorum. Belki 1960’lara göre çok daha eğitim almış kadrolarımız var. Ama bir haber yakalamak için verilen çaba o zamanlarda daha fazlaydı. İnsanların içinde bir amatör ruh vardı. İmkânsızlıklara rağmen gece yarılarına kadar beklenir, havaalanına gidilir, beklenir ki gelecek adam bir iki cümle demeç versin diye. Bugünse nasılsa ajans verecek, internetten bulur yazarım deniliyor. Haber dinamizmi günümüzde geriledi.

 

Mesleğe ilk başladığınız yıllarda altyapı eksiklikleri ve yokluklara rağmen idealizminizi kaybetmeden dış haberlerin okuyucuya ulaşması için mücadele verdiniz. Abdi İpekçi, Altan Erbulak gibi efsane isimlerle çalışıp, bir o kadar değerli gazetecilerin yetişmesinde emeğiniz geçti. 60 seneden beri dünyanın dört bir yanından gelişmeleri gözlemleyip köşenizden aktarmaya devam ediyorsunuz.

Dış haberleri vermenin sorumluluğu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Özellikle dış haberlerin tarafsız verilmesi mümkün müdür?

Dış haberler deyince iki ayrı bölümden bahsediyoruz. Birincisi haber tarafı, gerçekleşen olay; diğeri ise değerlendirme, yorum. Benim nazarımda bu ikisinin arasında bir çizgi çizmek gerekir. Haber, haber olarak verilir. Yorum da yorumcunun çoğu zaman kişisel görüşlerini yansıtır, sübjektif olabilir. Ama gazete veya televizyon haberinde olayın yorumsuz olarak verilmesi gerekir. Bizde maalesef başlık atılırken bir yorum yapma eğilimi var.

Bir de dış haberler bize nasıl ulaşıyor ona da bakmak lazım. Türk basını maalesef her yerde muhabir bulundurma imkânlarına sahip değil. Bir olay olduğu zaman çok az muhabir gönderiliyor. Bu yapılmadığı zaman Reuters, Ajans Press gibi büyük ajansları takip ederek haber yapmak zorunda kalıyorsunuz. Otomatik olarak olayı izleyen muhabirin bakış açısıyla-bir Fransız, bir İngiliz’in gözüyle o olayı vermiş oluyor.

 

İçinden geçmekte olduğumuz dönemde medyanın tarafsızlığı en çok tartışılan konuların başında geliyor. Türkiye'nin inişli çıkışlı siyasi tarihinde darbelere, baskı dönemlerine tanıklık etmiş deneyimli bir gazeteci olarak soruna nasıl yaklaşıyorsunuz?

Medyamızın sıkıntıları var. Dün de vardı. Yeni bir sorun değil. 1950’lerde başladığımda çok partili sisteme geçişin, demokratik rejimin sağladığı bir özgürlük ortamı vardı. İlerleyen dönemlerde her on yılda bir sıkıntılar yaşadık. Tam rahat nefes almaya başladığınızda özgürlüğünüz kısıtlanıyordu. Bu perspektiften bakınca diyorsunuz ki bu filmi görmüştük.

Ama geçmişle bir mukayese yapmak gerekiyorsa, bugün bir noktayı daha tehlikeli buluyorum. Eskiden baskılar Ankara’dan gelirdi. Basında çıkan yayınlara koydukları bir takım sınırlamalar vardı. Biz hangi haberin girmemesi gerektiğini önceden biliyorduk. Örneğin, uzun yıllar askeri konularda, ordu hakkında yazmak mümkün değildi, tabuydu. Bugün artık gazetelerin sahipleri profesyonel gazeteci değil işadamları oldukları için onların ekonomik menfaatleri olması sebebiyle baskılar sadece Ankara’dan gelmiyor, patronlardan geliyor. Gazete sahipleri de kendilerine göre bir takım sansürler uyguluyor. Bu basın özgürlüğü açısından son derece kaygı verici bir durum.

 

En son, Gezi olaylarının yıldönümünde yayın yapmak isteyen Cnn Int. muhabirinin gözaltına alınıp daha sonra ajanlıkla itham edildiğine şahit olduk. Böylesi bir yaklaşımın sebebi nedir sizce? Neden bu şüphecilik?

Şimdi maalesef bugünkü iktidarda dış basın konusunda tıpkı iç basında olduğu gibi bir vehim, bir korku hâkim. Türkiye aleyhinde bir haber yapan, yazı yazan bir yabancının Türkiye’nin bölünmesini, zayıflamasını istediği şeklinde bir algı var. Türkiye’nin güçlü tarafları dış basında zaman zaman dile getirilir. Dış basında yer alan övgüler yandaş gazetelerde manşete taşınırken eleştirel bir haber çıktığında aynı dış basını casus olarak nitelendirmek son derece yakışıksızdır, yersizdir ve zararlıdır. Niye zararlıdır? Çünkü Türkiye’nin imajına bu gibi olaylar muhabirlerin olumsuz vereceği bir haberden çok daha zarar verir. Son CNN örneğinde olduğu gibi dünya bir muhabirin yaka paça götürüldüğünü izledi. Oysaki Gezi olaylarının yıldönümüyle ilgili gösterilere ilişkin haberi belki fark etmeyeceklerdi bile.

 

Dış politikaya gelirsek, öncelikle AK Parti dönemine damga vurmuş ‘sıfır sorun’ politikasını çıkış noktası ve bugün ulaştığı hedefler bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sıfır sorun politikası isim olarak çok cazipti. Bu yolda önemli adımlar da atıldı. Suriye ile örneğin. Ortak hükümet toplantıları yapılacak kadar stratejik işbirliğine gidildi. Ancak daha sonra işler tersine döndü. Bugün Türkiye’nin ilişkileri komşu ülkelerin çoğuyla, Bulgaristan ve Yunanistan dışında, ve özellikle Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri sorunlu. Hatta Türk dış politikası ‘sırf sorun’ haline geldi. Neden böyle oldu? Türkiye sorunun çözümü yerine sorunun bir parçası haline geldi. Başbakan’ın üslubu, meseleleri kişiselleştirmesi ve Türkiye’nin taraf olması durumu var. Türkiye 2000’lerin ortasında arabuluculuk yapmaktaydı. İsrail-Filistin, İsrail-Suriye, Irak’taki mezhepler arasında, hatta Afganistan-Pakistan hattında bile bu faaliyetler devam ediyordu. Arabuluculuk yaptığınızda tarafsız olmanız gerekiyor. Türkiye açısından o noktada bir sapma oldu.

 

2007-2008 bir bakıma Türk dış politikasının şaha kalkmış yıllarıydı. Ve tam da o zamanlarda iç ve dış basında “Türkiye batı ekseninden sapıyor mu?” tartışmaları gündemdeydi. Hatırlamak gerekirse Halid Meşal’in ziyareti, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kırmızı bültenle aranan Ömer Beşir’in Ankara’da ağırlanması, diğer yandan şiddete maruz kalarak ezilen halkların savunucusu olma isteği ve model ülke rolü... Geriye dönüp baktığınızda Türk dış politikasında size göre bir tutarsızlık var mıydı yoksa bu Türkiye’nin zor bir bölgede konumlanmak sebebiyle izlemek zorunda olduğu pragmatik bir dış politikanın mı parçasıydı?

Türk dış politikası daima barışçı, uzlaşmacı ve pragmatik olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarından itibaren eski düşmanları dosta çevirme politikası izlemiştir. Kurtuluş Savaşı’nda savaştığı İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi devletlerle kurulan ilişkilerde olduğu gibi. AK Parti iktidarının da ilk yıllarında bu politika devam etti. Türkiye’nin dış politika hedefleri öncelikleri AB üyeliği, ABD ile olan ittifakın geliştirilmesi, diğer bir deyişle batı ittifakıyla entegrasyonun devamıydı.

AKP ile birlikte çokyönlülük üzerinde daha fazla durulmaya başlandı. Dünya değişmişti. Türkiye’nin çıkarları da çok yönlü bir politika izlenilmesini gerekiyordu. Batı ile olan ilişkiler öncelik taşırken, 3. dünya, Ortadoğu, Rusya gibi batı blokuna dahil olmayan ülkeler ve özellikle de komşularla daha yakın ilişkiler geliştirilmesi hedeflendi. Bu yerinde bir politikadır. Ve iyi de başlamıştı. Fakat sonraki yıllarda, Arap Baharı başladıktan sonra bir sapma görmeye başladık. Pragmatik olmakla beraber yeni bir yöneliş olmaya başladı; o da AKP’nin İslami refleksle yürüttüğü İslami eğilimli ideolojik bir politika çizgisiydi. Türkiye mezhepsel bir çizgiye kayarak sorunlara taraf oldu. Gerek Mısır, gerekse Suriye’de. Mısır örneğinde olduğu gibi askeri darbeye karşı bir pozisyon alabilirsiniz tabi ki. Ancak iktidara karşı saldırgan ve müdahaleci bir tutum izlememeniz gerekir. Tarafsızlığını yitirdiğinizde arabuluculuk rolü oynamanız mümkün değildir.

 

ABD-İsrail-Türkiye üçgeni bölgesel işbirliği açısından bir döneme damgasını vurmuştu. Elbette geçen zamanda uluslararası konjonktür değişti.11 Eylül, terörizme açılan savaş kapsamında Afganistan'a müdahale, ardından Irak'ın işgali... Özellikle ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ altında şekillenen gelişmeler bölgedeki mezhepsel fay hatlarını oynattı, güç dengelerini değiştirdi. Değişen konjonktürle birlikte Türkiye açısından İslam dünyası için bir rol model olma ve Batı'yla ilişkilerinde arabuluculuk görevleri  üstlenilmesi, İsrail ile ilişkileri feda edilmesini mi gerektiriyordu?

Geniş bir perspektiften bakarsak Türk dış politikasında daha önceleri ikili ilişkiler ikili bazda değerlendirilmiştir. Hangi ülkeyle ilişkiler yeniden canlandırılacaksa milli çıkarlar bunu gerektirdiği müddetçe bunlar ikili bazda değerlendirilirdi. Ancak son dönemde burada bir sapma görüyoruz. Örneğin Ermenistan’la Zürih’te imzalanan protokoller uyarınca ilişkilerin normalleşmesi yönünde diplomatik ilişkiler kurulması, sınırların açılması gibi birtakım çok pozitif kararlar alındı. Fakat aradan birkaç hafta geçtikten sonra iş değişti. Çünkü Azerbaycan’ın tam bilgilendirilmemesi sebebiyle veya Ankara’da Azerbaycan’ın olası tepkisinin yanlış okunması sebebiyle bir U dönüş yapıldı. Protokollerde yazılı olmayan bir şart konularak, Karabağ sorunu çözümlenmeden Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesi yönünde adım atılmaması kararı alındı. Burada iki ülke arasında yürütülen ilişkilere üçüncü bir ülkenin dahil edildiğini görüyoruz. Aynı durum İsrail-Türkiye ilişkilerinde de söz konusu. İsrail ile ikili bazda büyük bir sorun çıktı: Mavi Marmara... Türkiye’de büyük bir infial ve tepki olması gayet doğal. İlişkilerin yeniden düzeltilmesi için öne sürülen şartlar arasına Gazze’deki ablukanın kaldırılması eklenerek soruna üçüncü bir taraf eklenmiştir.

Gazze meselesi Türkiye’nin kendi ulusal meselesi değildir. Elbette, Türkiye’nin Filistin sorununa bakışı, bu konuda kamuoyunun duyarlılığı bilinmektedir. Türkiye İsrail’in Gazze’deki eylemlerini kınıyor. Bu bir pozisyondur ve Türkiye bunu ilan edebilir. Ama bunu iki ülkenin ilişkileri için bir kıstas olarak kabul ettiğinizde çözümü bir başkasına ihale etmiş oluyorsunuz. Sonuç olarak Gazze meselesinin bir Arap meselesi olması gerekirken, Türkiye Gazze’ye hiçbir Arap devletin sahip çıkmadığı kadar sahip çıkmıştır. Gazze’nin abluka altına alınmasında Mısır’ın tünelleri kapatmasının rolü vardır. Mavi Marmara olduğunda niye herhangi bir Arap örgütü ablukayı yarma girişiminde bulunmadı? İktidar gerek Arap sokaklarında gerekse iç politikada popülarite kazanmak uğruna İsrail’i karşına almayı seçmiştir. İsrail’le ilişkiler siyasi rant konusu haline gelmiştir.

 

İleriye bakarsak... Türkiye “itibarlı yalnızlıktan” fabrika ayarlarına geri mi dönüyor? Yoksa yeni bir tür pragmatizm mi beklemeliyiz önümüzdeki dönemde?

Sınır bölgesinde son günlerde yaşanan nahoş olaylar Türkiye’nin özellikle Ortadoğu politikasında bir revizyona gitmesi gerektiğini gösteriyor. Şartlar değişiyor. Türkiye’nin esas çıkarlarının ne olduğu daha iyi ortaya çıkıyor. Bana kalırsa gelişmeler Türkiye’yi gerçekçi ve pragmatik bir dış politika izlemeye zorlayacaktır. Türk-İsrail ilişkilerine dönersek, normalleşme sürecinde ortaya atılan şartlardan biri olan Gazze’deki ablukanın kaldırılması meselesinin çözümü için de bir orta yol bulunmuştur: Gazze’de Türkiye eliyle bir hastane kurulacak. Bu hastanenin lojistiği Türkiye tarafından sağlanarak İsrail üzerinden ulaştırılacak. Böylelikle ablukanın Türkiye açısında gevşetildiği tüm dünyaya duyurulacak. Hükümet Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin düzelmesini istiyor. Son çıkan Mavi Marmara davası kararına ilişkin de yapılan resmi açıklamada “Bu karar Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşme sürecini etkilememelidir,” denildi. Türkiye’nin bu konuda istekli oluşu bir değişimin göstergesidir ve bir pragmatizmin sonucudur. Öncelikle şartlar değişiyor.

Türkiye de İsrail gibi ateş çemberi içinde. İki ülkenin istihbarat dahil bir arada olması, işbirliği yapması mümkünken bunun olmaması her iki taraf için kayıptır. Bir diğer unsur ekonomik çıkarlardır; Doğu Akdeniz’de doğal gaz yataklarından çıkarılacak gazın Türkiye üzerinden sevk edilmesi konusu. Türkiye’nin stratejik, askeri ve ekonomik çıkarları bugün İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesini gerektiriyorsa işin ideolojik yönünün bir tarafa bırakılıp pragmatik bir yaklaşımla bu noktaya gelinmesi lazımdır. Son olarak IŞİD’in Irak’ta nüfuzunu genişletmesi tehdit önceliklerinin yeniden şekillenmesinde bir rol oynayacak. Terörizm ve radikalizm tehditleriyle mücadelenin yakınlaştırıcı ve birleştirici bir etkisi olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla ilerleyen dönemde bölgede yeni ittifakların oluşumunu görebiliriz.

 

IŞİD'in Musul, Tikrit ve Telafer'in ardından bölgesel etki alanını genişleterek Bağdat'a ilerleyişi hakkında neler söylemek istersiniz?
Şu sırada Irak’ta vahim şeyler oluyor. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve bu arada TC Başkonsolosluğu’nu basıp bütün görevlileri, ayrıca bir grup Türk şoförünü rehin alması son derece endişe verici bir gelişmedir. Bu olayla artık Türkiye bu cihatçı hareketle karşı karşıya geliyor. Irak ve Suriye sınırında yeni komşumuz IŞİD ve onun yeni siyasi yapısıdır. Bu radikal grubun Türkiye’ye karşı tutumu ve eylemleri Türkiye için ciddi güvenlik (iç ve dış) sorunları yaratıyor. IŞİD’ın Suriye’den sonra Irak’ta bu şekilde bir hakimiyet kurması bütün bölge ve tüm dünya için büyük bir tehdit oluşturuyor. Bu nedenle ABD, Avrupa, İran, Rusya, Arap ülkeleri dahil herkes çok endişeli. Ve hepsi de bu ortak tehdide karşı bir işbirliği, bir güç birliği kurmaya çalışıyor. Sanırım bu olay Ortadoğu’daki dengelerde önemli değişikliklere, yeni saflaşma ve ittifaklara yol açacak. Ama bu olaydan en çok ve en direkt etkilenen dış ülke Türkiye. IŞİD’ın Türk diplomatlarını, Türk şoförlerini rehin alması, Türk Konsolosluğuna baskın yapıp bayrağını indirmesi, bunun açık bir göstergesi. Arapların davalarına bu kadar sahip çıkan Türk hükümetine karşı sergilenen bu husumeti iyi okumak gerek. Sanıyorum Ankara şimdi bu olay vesilesiyle gereken değerlendirmeleri yapıyor ve bölge ile ilgili dış politikada bir revizyon yapmak ihtiyacını duyuyor.


1 Yorum