DANİEL KAHN ve grubu The Painted Bird Aşkenaz Sinagogu’nda

Detroit’in punk kültürü ve meydan okuyan isyankâr doğasıyla büyüyen, bir folk müzisyeni iken 2005’te peşine düştüğü, köklerinin mirası Klezmer müziğini farklı tarzlarla harmanlayan Daniel Kahn ve The Painted Bird, Goethe-Institut İstanbul ve Aşkenaz Cemaati Vakfı işbirliğiyle şehrimizde konserler verecek

Cenk ERDEM Sanat 0 yorum
20 Şubat 2013 Çarşamba

Köklerinin geleneği olan Klezmer’e özgün tarzıyla yenilikler getiren Daniel Kahn, aktörlük, oyun yazarlığı ve edebiyat eğitimini Michigan Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra 2005 yılında Berlin’e taşınarak Klezmer’le ilgilenmeye başladı. İsmini Jerzy Kosinkski’nin romanından alan grubu ‘The Painted Bird’ ile radikal Yidiş şarkıları, politik kabare ve punk tarzlarını buluşturan sanatçı, şarkılarıyla eski bir geleneği yeni nesillere taşımaya devam ediyor.

The Painted Bird ile Berlin’den Boston’a, İstanbul’dan Leningrad’a kadar bir çok rock kulübüne, tiyatro ve festivale ‘Yidiş Punk Kabare’yi taşıyan Kahn, bu kez yeni albümü ‘Bad Old Songs’ ile Aşkenaz Sinagogu’nun mistik atmosferinde, nostaljik, duygu yüklü ve yer yer hayatı kutlayan şarkılarını paylaşacak.

Daniel Kahn ile Yidiş kültürünü, Klezmer geleneğini, müziğini, punk tavrını, şarkılardaki politik duruşunu ve gelecek İstanbul performanslarını konuştuk.

 Öncelikle Detroit’in banliyölerinde büyüdüğünüzden için politik açıdan punk tavrınız da olduğunu söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle; Detroit çevresinde büyümek birçok açıdan politik hale getiriyor ve eğitiyordu insanı. Şehrin ırkçılık, yoksulluk gibi tüm sorunlarına maruz kalmak ve aynı zamanda radikal müziklerinden, sanatlarından ve tiyatrosundan ilham almak çok öğreticiydi. Ayrıca sanat aracılığıyla radikal bir şekilde meydan okunamayacak kadar büyük hiçbir yozlaşma olmadığını da öğrendim.

 Sizce Detroit’in genel olarak sizin dünya görüşünüzü şekillendiren temel öğeleri nelerdi?

Müzik aşkı; caz, soul, punk, folk, hiphop ve klasik. Kültürlerin en çok başka kültürlerle alışveriş içine girdiğinde ve karıştığında ne kadar zenginleştiğini görmeye duyulan aşk. Yeraltının gizli hikâyeler anlatma sanatına duyulan sevgi. Terk edilmiş yapıların yeni topluluklarla ve yaratıcılıkla yenilenmelerine duyulan ilgi.

 Folk müziğine ilk kez ne zaman ilgi duymaya başladığınızı hatırlıyor musunuz?

Folk şarkılar çok sağlam yapılmış eski aletler gibi. Hayatta kalıyorlar çünkü hâlâ çok işe yarıyorlar. Bugünün de duygusal ve sosyal hayatıyla ilintilendirilebilecek hikâyeleri var. İlk olarak Amerikan folk müziklerine aşık olmuştum. Rock and roll, soul ve pop şarkılarının DNA’sı bugün folk dediğimiz müzikler. Yidiş folk müzikleri de bana ilk olarak bir Amerikan folk sanatçısı olarak hitap etmişti.

 Bir şarkı yazarı ve şarkıcı olarak Yidiş geleneksel halk müziklerinde en çok neleri seviyorsunuz?

En çok hikâyelerini seviyorum. Çok derin ve insanca öyküler. Mizah, isyan ve dokunaklı hikâyelerle geleneğin karışımını seviyorum. Ruhu yakalayan kalitesini, gömülmüş bir umut ve çaresizlik dünyasını yeniden akla getirişini seviyorum. Yahudi tarafıma da hitap ediyor ama en çok birey olarak insanlığıma hitap ediyor.

 Eski Yidiş dilini kendi müziklerinizi ifade etmek için yeni bir araç olarak kullanıyorsunuz; peki müziklerinizi nasıl tarif edersiniz?

Müziğimi biraz zor tarif ediyorum. Kozmopolit, çok dilli, punk folk Klezmer müzikleri mi? Radikal Yidiş Kabare mi? Bilmiyorum. Bu tip tarifler kulağa bir tür çorba tarifi gibi geliyor. Müziği çorba gibi düşünmek belki o kadar da kötü bir fikir değil.

 Eleştirmenler müziklerinizi ayrıca Klezmer geleneği ve punk folk olarak tanımlıyorlar; punk müziklerini sever misiniz?

Punk müziklerini seviyorum, hem de sadece bir tür olarak değil. Benim için punk bir kültürel yapı, bir davranış biçimi, bir tür performanstır. Harekete geçen bir anarşidir. İzleyici ile işbirliği içinde bir ilişki inşa etmek demek. Dünyanın olumsuzluklarıyla performansa dayalı kolektif bir baş etme süreci. Şiddeti, yabancılaşmayı, acıyı ve korkuyu pozitif bir paylaşıma dönüştürüyor. Ama her defasında gürültülü gitarlar ve çarpan ritimler demek değil. Geleneksel folk müzikler gibi diğer türlere yaklaşıyor gibi de ele alınabilir. The Pogues, bunu İrlanda müzikleriyle yaptı. Bandista, Türk müzikleriyle. Ben de Yidiş müzikleriyle yapmaya çalışıyorum.

 Klezmer müzisyenleri, Amerika’da 30’lar, 50’ler boyunca sahnelerdeydiler ve 90’larda da bir tür Rönesans yaşamışlardı; müziğinizin Klezmer geleneğinin üçüncü neslini temsil ettiğini söyleyebilir miyiz?

Kaçıncı nesil oluyor bilmiyorum ama kesinlikle 70’lere kadar dayanan bu Rönesans geleneğinin bir parçası olduğumu ben de hissediyorum. Ve uluslararası bu Yidiş ailesinin müzik ve kültürel alandaki en sevdiğim tarafı, nesiller arasında süregelen iletişim. Birçok akıl hocamın meslektaşlarım arasında olduğunu söyleyebilecek kadar da şanslıyım. Michael Alpert, Adrienne Cooper z’’l, Frank London, Alan Bern, Pete Sokolow, Arkady Gendler.  Bu isimler benim büyüklerim ve rol modellerim aynı zamanda da arkadaşlarım ve yoldaşlarım. Söylediklerim kendi neslimdeki birçok arkadaşım için de geçerli: Sarah Gordon, Michael Winograd, Jake Shulman-Ment, Benjy Fox-Rosen ve daha birçok isim. Hepimizin bu kültüre bir aidiyet duygusu var.

 Klezmer müziğinin geleceğini, dünyadaki yerini ve özellikle Almanya’daki geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Klezmer müziğinin geleceği diğer müziklerin geleceğiyle birlikte ilerleyecek. Bu müzik tüm dünyaya ait, sadece Yahudi dünyasına değil. Ben Amerikalı bir Yahudi’yim ve bu müziği bana tanıtanların çoğu bunu çalan ve Yahudi olmayan müzisyenler. Almanya’da bu müziğin yaygınlığı da söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. 2005 yılında taşındığımdan beri orada Yidiş halk müziklerine ilgi duyanların, Yahudi olsun ya da olmasın, bunlara büyük bir dayanışma içinde sahip çıktıklarını görüyorum. Yidiş kültürünün Klezmer müziği dahil olmak üzere funky ritimler ve çılgın bir sanat yaratıcılığı dışında da tüm dünyaya sunabileceklerinin çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Tüm bunlar uluslararası kültürün ve hümanizmin çok güzel örnekleri. Sanat tüm sınırları yıkıyor.

 Daha çok şarkılar aracılığıyla hikâyeler anlatmayı sevdiğinizi söylüyorsunuz; sanatçı olarak size en çok neler ilham veriyor?

Bir şarkının farklı şekillerde sizi şaşırtabilmesi bana ilham veriyor. Müzik başka şeyler söylerken, sözler başka duygular verebiliyor. Bir defada tüm duyguları yaşatabiliyor. Yüzyıllar öncesinden bir şarkının hâlâ bugünle ve tüm dünyayla ilişkilendirilebilecek hikâyelerinin olması bana ilginç geliyor. Sadece farklı diller arasından değil, farklı dünyalar ve zamanlar arasından öyküler bulmak da ilginç geliyor.

 Şarkılar aracılığıyla politik mesajların işe yarayacağına gerçekten inanıyor musunuz?

Eğer bir şarkı iyiyse, etkileyici bir politik manası da olabilir. Bu, şarkıların propaganda aracı olması gerektiği anlamına gelmiyor. Bir şarkının yapabileceği en iyi hareket, soru işaretleri uyandırması olabilir. Şarkılar politik sorunları çözmek ya da çözümler getirmek konusunda çok başarılı sayılmaz. Ama güzel sorular sormak konusunda çok iyiler. Ayrıca bu çok tehlikeli de olabilir. Ama derler ki, Yahudilerin bir soruya cevabı başka bir soru sormakla olur.

 İstanbul’da konserler vereceksiniz; seyirciyi sahnede nasıl duygular bekliyor?

Grubumla yeniden İstanbul’da olmaktan çok heyecanlıyım. Kasım ve Aralık’ta (2012) şehre aşık oldum. Şimdi bu duygularımı Berlin’den Michael Tuttle (bas) ve Hampus Melin (davul) ile New York’tan Jake Shulman-Ment (keman) ile paylaşıyor olacağım. İlk olarak sinagogda, bu güzel mekânın onuruna çalacağız. Yeni albümümüz ‘Bad Old Songs’ oldukça içten ve soul havasında. Birçok şarkı orada çok güzel tınlıyor olacak. Ayrıca daha çok geleneksel Yidiş dans ve sokak müzikleriyle de ‘The Brothers Nazaroff’ projemiz var. Bu tarz ‘simcha’ dediğimiz çok daha eğlenceli müzikler

1 Yorum