Dolmakalem

Sami AJİ Köşe Yazısı
19 Aralık 2012 Çarşamba

İstanbul’a  yerleşeli iki yıl olmuştu.  Ağabeyim St.Michel Lisesi’nde 7. sınıfa geçmiş,  ben de Firuzağa İlkokulu’ndan mezun olmuştum. Bu iki sene içinde de ağabeyim  sayesinde,  her çarşamba öğleden sonraları ve  pazar sabahları sık  sık  okula gidip voleybol veya basket oyunlarına katılırdım;  bu yolla da  oradaki hocalarla (frère derdik onlara) biraz haşır neşir olmuştum. Ortama o kadar uymuştum ki St.Michel kasketini dahi almış ve ara sıra sokağa bu kasketle çıkıp millete caka bile satar olmuştum.

 Zannedersem haziran  başıydı…  Akşam eve geldiğinde,  babam, “Hadi bakalım, yarın St. Michel’e gideceğiz ...”  İçimden de “Allah! Bir de bizim takımdan çocuklar gelirse fırsat bu  fırsat bir maç da yaparız...” geçirdim.

 Sabah, on sıralarında, okula vardığımızda  ‘Cour d’Honneur’’ü (giriş ile ana bina arasında, ortasına görkemli bir Jeanne d’Arc heykeli dikilmiş, çiçeklerle bezenmiş güzel bir bahçe) büyük bir kalabalık doldurmuştu; bir sürü çocuk, ana- babalar binanın kapısına yığılmışlardı. Kapının üst basamağında, Frère Alfred’i gördüm.  Onunla oyunlarda tanışmıştık.

Elimi kaldırıp “ Bonjour, Cher Frère!” dedim.   O bana ters ters baktı.  Şaşırmıştım...

En sonunda  dayanamadım, babama sordum... “Baba, burada neler oluyor?”

 -Oğlum, imtihan var. Şimdi isimle herkesi çağıracaklar ve senin de ismin okunduğu zaman içeri girersin.

 -Bu imtihan sözlü mü, yazılı mı?

-Yazılı tabii...

 -Ama benim yanımda kalem filan yok ki?

- Nee? Annen sana kalem silgi vermedi mi?

- Yoo... 

 Babam sinirli bir halde  “Al, o zaman, bununla yazarsın!”  dedi ve cebinden yaldızlı,  yeşil mürekkeple doldurulmuş, üstünde titrediği, ‘Schaeffer’ marka dolmakalemini çıkarıp verdi.

Az sonra ismim okundu.  Diğer çocukları takip edip üst kattaki sınıfların birine girdim ve ‘grande cour’a  (oyun alanı) bakan bir sıraya oturdum.

Biraz sonra Frère Alfred kâğıtları dağıtmaya başladı ve  o anda bahçede, oynamaya gelen çocukları ve  takım arkadaşlarımı gördüm.  Avlunun sonundaki odaya  yönelmişler ve voleybol topu ile fileyi almak üzerelerdi...

 “Eyvah! Bunlar oyuna başlayacaklar ve ben dışarıda kalacağım,” dedim.

 Frère Alfred “Başlayın!” komutunu verince, süratle soruları cevaplamaya giriştim. Artık mesele zamana karşı bir yarıştı... Okumamla cevaplamam bir oluyordu.

O zamanlar test formatı yoktu, cümle kurarak cevaplamak  şarttı.

Örneğin, “Karşıdan karşıya geçerken önce sağa mı yoksa sola mı bakarsınız?” sorusunun karşısına “ilk aklıma ne gelirse’’ diye yazdım.

“Türkiye’nin ana ihraç  mahsulleri nelerdir ?”  Pamuk,  tütün, fındık, incir üzüm diye doldurdum.  Arkasından çarpma bölme çıkarma toplama işlemleri, sonra matematik problemleri geldi… Onları da çabucak bitirdim.

Hemen yerimden  kalkıp kâğıdı Frère Alfred’in önüne koydum. Adamcağız hayret ve dehşetle yeşile boyanmış kâğıda bakarak    “Aji,  fini?  Déja?” dedi. (Aji, bitirdin mi? Bu kadar çabuk mu?)  Başımı yukardan aşağı, evet anlamında salladım.

 “Et le contrôle?” (ya kontrol?)  Başımı sağa sola çevirerek, hayır cevabını verdim.

 Bana yerimi göstererek, “Controlez!” demez mi?

 Bir taraftan parmağımla, yeşil mürekkebi gösterdim ve  ağlamaklı bir yüzle “Cher Frère’’ diyerek başımla bahçeyi işaret ettim... O da durumu anlamış olacak ki, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi, bir iki dakika kâğıdıma baktı ve sonra sert bir  sesle  “sortez!” (çıkınız) dedi.  Bir dediğini iki etmedim, derhal sınıftan çıkıp, ışık hızıyla merdivenleri indim, arka kapıdan bahçeye çıkar çıkmaz,  “Heey, ben de varım, ben de takımdayım” diye bağırarak sahada yerimi aldım…

Sıkı bir maç oldu... 2-1 kazandık ama çok zorlanmıştık… O kadar ki maçın sonunda muslukların başında bayağı temizlenmek  zorunda kalmış ve üstümüzdeki toz toprakları da az da olsa silkelemeye çalışmıştık.

 Arkadaşlardan ayrılarak binayı dolandım, ön bahçeye geldim… Birdenbire babamı fark ettim: Jeanne d’Arc heykelinin tam altındaki bankta düşünceli bir şekilde oturuyordu.  Beni görünce derhal ayağa fırladı.

 - Ne oldu oğlum, neredesin, imtihan bu kadar zor muydu?  Bütün girenler çıktı, bir sen kaldın?

- Yoo… Birinci çıktım sınıftan…

- Peki, bu kadar zaman neredeydin?

- Arkada, voleybol maçı yaptık.   

O anda babamın  yüzü değişmeye başladı, tıpkı çizgi filmlerdeki gibi, önce kıpkırmızı oldu, saçları dikenleşti ve  kafasından adeta dumanlar çıkmaya başladı…

Ve sanki ağzından alevler saçarak gürledi “DOLMAKALEMİM  NEREDE?”

 Eyvahlar olsun!   Tamamıyla onu aldığımı bile unutmuştum… Elimi derhal cebime attım, veee dolmakalemin  orada  olduğunu hissetim, çıkarıp babama verdim.

Bir eliyle dolmakalemini elimden çekip aldı ve öbür eliyle   v.s., v.s., v.s.  (bu kısmı sizin hayalinize bırakıyorum).

 Bu olaydan bir hafta geçti geçmedi.  Amcam telefon etti… “Tebrikler,  St. Michel’in imtihanını kazanmışsın, artık babandan iyi bir hediye hak ettin.”

-  Amca bey,  yaramı deşme, bu hediyeyi ben zaten peşin aldım, esaslı bir dayak yedim..-  Ulan kerata, imtihanda bile yaramazlık yapmayı başardın diye cevap vermez mi?  Yine suçlu bendim...

 Yabancı  dille eğitim veren okullara hazırlanan tüm adaylara ve velilerine ithaf olunur.