Meksika 2: Küçük olanı makbulmüş

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
12 Aralık 2012 Çarşamba

Sevgili dostlar, yine birlikteyiz. Sizlere bir iyi, iki kötü haberim var, önce kötüsünden başlayayım; gazetemiz, aynı diğer bir kesim medyada olduğu gibi küçülüyor.  Metroda, otobüste, vapurda ve dahi metrobüste herkes tarafından rahatlıkla okunsun diye…  Düşünüyorum da; sabah Mecidiyeköy’den bindiğim metrobüste, bomboş olan yerlerden birine rahatça oturduktan sonra, yanımda getirdiğim ‘biskoço’  eşliğinde koltuğumun altından çıkarttığım ‘Şalom’gazetesini okuyorum. Sonra birden fark ediyorum; aaa sürprize bak!  Ne güzel; gazete küçülmüş, içimi bir ferahlık kaplıyor, tek derdim buydu; çözüldü. Artık iki sayfa birden açıp okurken kimselere çarpmadan, o kocaman sayfalarda olduğu gibi kimsenin görüşünü kapatmadan çekinmeden, herkesin ortasında okuyabileceğim.  Eskiden;  neydi o koca koca sayfalar, toplu taşıma araçlarında sırf bu yüzden açmaya utanırdım. Neyse ki çözüldü. Hani bir de önümüze küçük bir sehpa koysalar da düz yolda ‘kafiko’ mu rahatça içebilsem, küçük Şalom’u okumanın dayanılmaz özgürlüğünün keyfini rahatça çıkartsam…

Şimdi diğer kötü haber; gazetemiz küçülünce; doğal olarak yazı alanları da küçülüyor. Ya ‘8’  puntoya ineceğiz; o zaman her gazetenin yanında ‘bir kullanımlık’  yakın okuma gözlüğü gerekecek, ya da yazılar kısalacak. İlk toplantıda yazı işlerinden yine bir uyarı aldım; “yazılarını kısalt”  ancak onlar da biliyorlar delidir, ne yapsa yeridir misali benle uğraşmıyorlar artık. Sonuç: bu yazılar zaten kısa...  Buraya kadar (202) kelime tuttu,  ben nasıl 500 kelimede bitireyim, daha konuya bile giremedim, daha yeni Meksika’ya varmıştık, onları anlatacaktım oldu.   İyi habere gelince, özel izinim çıktı, diğerlerinden azcık daha uzunumtrak yazabilirmişim. Bakalım ne olacak (235)

Gelelim Meksika fasulyesinin faydalarına; geçen yazımda anlatmıştım; bir hayli uzun bir yolculuk sonunda Meksika’daki ilk gecemiz ‘cet leg’ denilen uyku karmaşası ile geçti. Bize göre sabaha karşı yattığımız için oraya göre sabaha karşı uyandık. Bilirsiniz çoook sevimli olurum ‘uykusuz’ bir gecenin ardından. Neyse seyahatteyiz tüm iyi niyetim ile odamızın penceresini açtım. Bugün macerasına yelken açtığım Meksika gezisinde ilk gün, karşımda masmavi bir gökyüzü, çiçek kokulu bir bahar havası, cıvıl cıvıl öten kuşlar ve otelin muhteşem güzel bahçeli avlusundaki fıskiyelerden gelen şırıl şırıl sesler… Maalesef böyle olmadı, hava halen zifiri karanlık, ne mehtap, ne güneş, ne kuş,  ne baykuş. Gecenin ayazının etkisi ile ürperdim. Sebeb-i hayatım çoktaan uyanmış, Blumberg izliyor öffff çok sıkıldım gidelim dedi; gidebileceğimiz tek yer olan kahvaltı salonuna yönlendik. Bizler gibi tersi dönen tüm klan üyeleri ‘presente’  lakin daha erken; salonun açılmasını bekledik, malum: erken kalkan çok yol alır. (öğlene uyuya kalmaz isek iyidir)

Şimdi biraz coğrafya dersi; Meksika sitinin yüksekliği kaç; 2250 metro, peki Uludağ’ın yüksekliği kaç? Yaklaşık 2550 metro. Siz anlayın artık… Biraz da biyoloji: yükseklik artınca ne olur? Soluduğumuz havadaki oksijen azalır. Peki, bunun sizler ile ne alakası var? Hiç bir alakası yok; benimle var: benim a-ritmi bozuk olan pompam  ‘tık tıkı-tık tık’ daha hızlı atmaya baslar… Ben işkillenirim, hayatımın giderek uzayan film şeridi gözümün önünden geçiyor mu diye gözlerimi kapatıp, gözkapaklarımın arkasında herhangi bir parça, gelecek program falan oynuyo mu diye bakarım…  Neyse ki her koşula adapte olan vücudumuz yaklaşık 24 saat içinde normale döner.  (Peru ya gitmeden sorunuz;  Dr. Mordo)

Kalbimin tiki-tik moodu na aldırmadan gezimize başladık, ben;  özellikle böyle uzak diyar ve farklı kültür gezilerinde, havaya girip kendimi ‘neyşınıl ceografik’  fotoğrafçısı sandığımdan, en ‘farklı’  fotoğrafı çekme hayali peşinde kilo ile fotoğraf çekerim. Dolayısı ile her gittiğim yer benim için sonsuuuz bir kaynak.  Sabahın erken serinliğinde ilk durağımız  ‘Museo Nacional de Historia’. Önce kale, sonra imparatorun evi, daha da sonra devlet başkanlarının evi olarak kullanılan bu muhteşem yapı en sonunda müze haline getirilmiş. Zamanın zenginliğini simgeleyen pek çok obje, altın varaklı saray faytonları, içi eşyalarla dolu çok miktarda salon, oda, duvarlarda tablolar, betimlemeler… Meksika’nın kronolojik tarihini anlatıyor.  Kısacası gitmesen olmaz ama gidersen de sıkılacağın bir yer. Tek eğlenceli kısmı müzeye ulaşmak için geçtiğimiz park yolundaki neşeli sincaplar.

Öğlen yemeğinde yerel bir restorandayız, yerel kıyafetleri, kocaman şapkası ile bir Meksikalı yerli bizlere gitar çalıyor, çalmakla kalmıyor bir de şarkı soyluyor.  Hani bizde de olur ya, zurnacı gelir, darbukatör ile birlikte kulağının dibinde bahşişi alana kadar düt-türü, düm tek, uğraşır.  Bu onun gitar versiyonu. Güzel de çalıyor, bildiğimiz şarkılara yarım yamalak eşlik etmeye çalışıyoruz. Yemekler; ehhh orta karar. Ancak bundan sonra gideceğimiz yere çok yakın ve başka seçeneğimiz de yok. Yemek sonrası istikamet ünlü Teotihuacan (artık nasıl okunuyorsa) kalıntıları. Anlayacağınız yeniden ‘taş-ez, tapınak-ez’. Teotihuacan, zamanının en büyük Aztek kenti. Şehrin ortasından geçen  ‘ölüler yolu - la calzada de los muertos’ yolun bir ucunda  ‘ay piramidi - piramide de la luna’ diğer ucunda ise devasa ‘güneş piramidi - piramide del sole’ görülmeye değer kalıntılar. Rivayete göre en başta karanlık ve sessizlik varmış, bu yüzden tüm tanrılar bir araya gelerek büyük bir şenlik ateşi yakmışlar. Güneş ve Ay’ın yaratılması için kurban seçilen iki Tanrı’nın ateşe atlaması gerekmiş. Ateşe ilk atlayan tanrı güneş olmuş, ikinci tanrı ay olmuş. Ay ve güneş dönmeye başlamayınca; tanrıların hepsi kendilerini ateşe atmışlar. Böylece, güneş ve ay dönmeye başlamış. Ben anlatılanların yalancısıyım. 

Bir zamanlar ‘Gramama’ lisanı olarak küçük gördüğümüz  ‘İspanyolca’  Meksika’da, bölgede ve dahi koca kıtada  geçerli lisan.  Ben İspanyolca özürlüyüm,  çünkü anne tarafı ‘vuz-vuz’.  Ama yine de evlendikten sonra kayınvalidem ve kaim pederimden duyarak öğrendiğim İspanyolca kırıntıları bile çok işime yaradı. Sebeb-i hayatımın ailesinin evine taze nişanlı statüsü ile sık sık gitmeye başladığım zamanlarda  ‘aroz kon karne’  öğrendiğim ve en çok kullandığım ilk cümle olmuştu… Teşekkürler Sevim – Mois.

Gördünüz mü yine 868 kelimeye vardım, noolucek şimdi?  Bir dahaki sefere kadar, sabırla bekleyiniz. Bu arada hep sevgiyle kalınız…