Başlarken

Sami AJİ Köşe Yazısı
5 Aralık 2012 Çarşamba

Geçenlerde yazıhanede otururken cep telefonum çaldı (Bach: tocata and fugue).

İvo Molinas, telefonun öbür ucundaydı.

- Sami, meşgul müsün?     

- Yazıhanedeyim.

- Aa, iyi o zaman uzun uzun konuşabiliriz. (İvo müthiş bir adam... Leb demeden leblebiyi anlıyor.)

- Sami, ara sıra Şalom’a yazmak ister misin?   

O anda neredeyse sevinçten uçacaktım. Nefesim kesilir gibi oldu. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye’de bir basın organına ilk kez neredeyse 50 sene evvel yazmıştım. Bu sayede nihayet ikincisini de yazmak fırsatına kavuşuyordum... Ancak, hemen ‘sazan’ gibi işin üstüne atlamak istemedim. Kendimi biraz ağırdan almalıydım...

“İvo, bildiğin gibi benim bazı değişik dallarda görevlerim var. Ve yine de...” derken, İvo sözümü kesti: “Tamam, Sami, anladım. Yazını bekliyorum” dedi ve telefonu kapattı.

O andan itibaren, derhal faaliyete geçmek için müthiş bir heyecan içimi kapladı. Ama bu his birden sönmeye başladı…

Yazacağım, ama ne yazacağım? Konuşma esnasında, İvo bir ara, “sen ‘zülfü yâre’ dokunan konuları zaten yazmazsın” diye eklemişti... (Zülfü yâre dokunmamak, oto sansürün en eski adı.)

En iyisi, bir öykü ile işe başlamak. Ama öykü nasıl yazılır?

Birden sevgili Türkçe hocamız Haydar Ediskun’u hatırladım: “Arkadaşlar, hikâye (not: hikâye, öykünün eski Türkçesi--o kadar da eski değil ama ne ise) masal değildir, gerçek veya gerçekleşmesi mümkün, bir olayın anlatılması gerekir… Uzun olmamalıdır… Kısa ve hatta devrik cümleler kullanmalısınız. Hikâye, roman da değildir.  Uzun uzun tasvirlere gerek yoktur… Fransız romanlarında olduğu gib,i adamın kapının zilini çalması ile içeri girmesine kadar 15 sayfa geçmemesi gerekir. Hikâyenin sonu, mutlaka giriş bölümü ile ilgili olmalıdır ve sürpriz –yani beklenmedik bir son ile bitmesi tercih edilir,” derdi.

Aniden, gözümün önüne, lise yıllarımda, St. Benoît öğrencilerinin gerçek sahibi, hocası, hamisi ve koruyucusu,  Monsieur Marcoul geldi ve şu sözleri kulağımda çınladı: “Messieurs, Voltaire ne se deplaçait jamais sans sa grammaire et son dictionnaire.” (Beyler, Voltaire, imla kılavuzu ve lügat olmadan hiçbir yere gitmezdi.)

Artık tamamdı… Hemen kütüphaneye koştum, imla kılavuzu, Türk Dil Kurumu sözlüğünü aldım; bolca kâğıt ve kalemle masama oturdum.

Peki, ne yazacaktım? Nasılsa ilham gelir deyip, oturup beklemeye başladım. Ama bir türlü gelmiyordu. Kendi kendime kızmaya başladım… Ne diye bu işe girdim? İvo’nun aklına bu fikri kim soktu?

Mutlaka yengesidir diye düşündüm... Onunla ‘ilmi’ bir konuda mesajlaşmıştık... O da bana verdiği cevapta “hah hah hah” diye yazarak, espri yaptığımı sanmıştı (hâlbuki çok ciddiydim).  Herhalde yenge hanım olayı İvo’ya anlattı ve o da “Tamam, Sami Şalom’a yazabilir” diye düşünmüştür.

Ama ilham bir türlü gelmek bilmiyordu... Deli dana gibi evin içinde turluyordum. (Bilgi için: ‘deli dana’ terimi ünlü hastalıktan çok evvel dilimizde kullanılmaktaydı.)

Gidip gelmelerim esnasında, torunların ortalığa saçıp bıraktıkları fotoğraflar gözüme ilişti. (Bilirsiniz torunlar dede ve anneannelerin geçmişte kalan fotoğraflarına bayılırlar. Bir çocukluk fotoğrafına bakarlar, bir de şimdiki hallerine. Ve kahkahadan kırılırlar).

Ortalığı toplarken, Firuzağa İlkokulu’nda, 4. sınıfta ve kafamda St. Michel kasketi ile çekilmiş fotoğrafımı gördüm.  Gülümsemeye başladım ve o anda ampul yandı… Kaleme sarıldım.  Artık ben değil, kalem yazıyordu; buz pistinde dans eden şampiyonlar gibi kâğıdın bir ucundan bir ucuna gidip geliyor bir yerde duruyor sonra geri gidiyor ama sürekli ilerliyordu… Sanki yazı değil bir resim çizer gibi idi… Neticede öyküm ortaya çıktı.

Hikâyemin adı DOLMAKALEM.

Bizi izlemeye devam edin,  gelecek nüshaların birinde – inşallah-- bu hikâyemi okursunuz… Biraz sabırlı olun lütfen.

Teşekkürler.