Bu hafta ağımıza takılanlar

“Araştırmalarda halkın yüzde 70’inin Yahudileri komşu olarak istemediği ortaya çıkıyorsa ve politikacılar da onları ikide bir ‘500 yıl önce ülkeye gelen misafir’ olarak adlandırırıyorsa ve bunu ifade ederken aslında onlardan minnettar olmalarının beklendiği mesajını vermek istiyorsa… Zaten, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan ve nüfusunun 120 bin ile 150 bin arasında olduğu tahmin edilen Yahudilerin çoğunluğu bugün Türkiye’yi terk etti. Bugün 20 binden az Yahudi yaşıyor Türkiye’de. Türk Müslüman nüfusu aynı sürede 13 milyondan 78 milyona çıktı. Bence sorgulanması gereken, Türkiye’nin demokratlarının her yana sinmiş ağır anti-Semitizm karşısında neden o kadar suskun ve kayıtsız kaldığıdır. Anti-Semitizm Yahudilerin sorunu değildir, toplumun tamamının sorunudur.” Corry Gutstadt

İzak BARON Diğer
29 Ağustos 2012 Çarşamba

 

  • Araştırmalarda halkın yüzde 70’inin Yahudileri komşu olarak istemediği ortaya çıkıyorsa ve politikacılar da onları ikide bir ‘500 yıl önce ülkeye gelen misafir’ olarak adlandırırıyorsa ve bunu ifade ederken aslında onlardan minnettar olmalarının beklendiği mesajını vermek istiyorsa…

Çağdaş antisemitizm, Yahudileri modernitenin bütün olumsuzluklarından sorumlu tutuyor: Kapitalizmin olumsuz yanlarından, modern yaşamın karmakarışık olması ve insanların yabancılaşmasına kadar birçok boyuttan sorumlu olanlar Yahudilerdir suçlaması getiriliyor. Dikkate değer bir olgu da şu: Avrupa’da ırkçı antisemitizm aslında, Yahudilerin asimile oldukları an, yani çoğunluk toplumundan azınlık olarak kolayca fark edilememeye başladıklarında ortaya çıkmasıdır. Bir antisemit için Yahudi olarak fark edilmeyen Yahudi en tehlikeli Yahudidir. Bence Türkiye’de ‘dönmelere’ karşı beslenen ve inanılmaz yaygın olan dönme-fobisi bunun çok çarpıcı bir örneğidir....

 

Türkiye’deki solcular ve İslamcılar tarafından ikide bir öne sürülen ‘Filistin dayanışması’ bana çok samimi gelmiyor. Birincisi, Türk toplumunda Araplara karşı duyulan aşağılayıcı görüşler oldukça yaygın. İkincisi; bugün zaman zaman Yahudilere - İsrail’e karşı getirilen “Vatan hainleri, biz sizi misafir ettik, siz de Osmanlı topraklarından pay koparttınız” suçlaması, eskiden İngiliz ve Fransızların desteğiyle Osmanlı’dan kopan Araplara yapılıyordu...

 

Gazze savaşı, Dökme Kurşun Harekâtı veya Mavi Marmara gibi olaylarda hemen hemen bütün Türkiye basınında bu oldu. Sağdan sola İslamcıdan ulusalcıya sayısız örnek vermek mümkün. Bir protesto mitinginde taşınan ‘Hitler haklıymış. Yahudiler her ülkede aynı, onlar insan olmaz’ pankartı bunun en korkunç örneğidir....

 

İsrail’in var olma hakkını inkâr etmek eleştiri sınırlarını aşar. İsrail Birleşmiş Milletler‘in onayıyla kurulan bir devlettir. İnsan, ulus ve ulus devlet fikrine karşı çıkabilir. Ama İsrail‘i diğer ulus devletlerden ayrı tutup ortadan kaldırılmasını talep edip amaçlamak anti-Semitizmdir. Ulus devletlerin çoğu savaşlarda, topraklarında bulunan başka etnik grupları ezerek veya sürerek ortaya çıkmıştır. Türk ulus devleti, Ermenileri katlederek, Rumları kovarak kurulmuştur. Bunu en sert şekilde eleştirenler bile, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasını talep etmez. İkinci kıstas: Siyonizmi bir ulusal ideoloji olarak değil, dünya hâkimiyetini amaçlayan bir plan olarak algılamak. Uluslar, ortaya çıkınca kendi var olma haklarını belirlemek ve ötekilerden ayırmak için genelikle birtakım muğlâk, dine, kültüre veya ortak tarih gibi öğelere dayanarak bir ulusal ideoloji geliştiriyorlar. Bu bütün ulusal ideolojiler için geçerlidir. Türk ulusal ideolojisi ‘Siyonizm’den ne daha makul ne de daha abestir...

 

Araştırmalarda halkın yüzde 70’inin Yahudileri komşu olarak istemediği ortaya çıkıyorsa ve politikacılar da onları ikide bir ‘500 yıl önce ülkeye gelen misafir’ olarak adlandırırıyorsa ve bunu ifade ederken aslında onlardan minnettar olmalarının beklendiği mesajını vermek istiyorsa… Zaten, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan ve nüfusunun 120 bin ile 150 bin arasında olduğu tahmin edilen Yahudilerin çoğunluğu bugün Türkiye’yi terk etti. Bugün 20 binden az Yahudi yaşıyor Türkiye’de. Türk Müslüman nüfusu aynı sürede 13 milyondan 78 milyona çıktı. Bence sorgulanması gereken, Türkiye’nin demokratlarının her yana sinmiş ağır anti-Semitizm karşısında neden o kadar suskun ve kayıtsız kaldığıdır. Anti-Semitizm Yahudilerin sorunu değildir, toplumun tamamının sorunudur.

Tehlikeli olan, sadece antisemitizmin yaygın olması değil. Asıl endişe verici olgu, kimsenin bu sorunu fark etmemesi, karşı çıkmaması. Aydınların kulakları antisemitizmi duymuyor. Başka topluluklara yönelik saldırılara en azından muhalif kesim tepki gösterir. Hrant Dink’in öldürülmesi, Sivas ve Maraş katliamları demokrat kesimin belleğinde, oysa sinagoglara yapılan vahim saldırılar unutulmuş gibi. Antisemitizm konusunda Türkiye toplumunda herhangi bir duyarlılık yok.  

Corry Gutstadt

 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1097686&CategoryID=97

 

 

  • İsrail'in bugünlerde Osirak'ı hatırlatmasının şüphesiz İran'a ve Amerika'ya dönük son mesajlarından biri olduğu söylenebilir. 

 

Amerikalı ve başka uzmanlar da İsrail'in saldırısının Irak'ı daha kuvvetli ve kapsamlı nükleer program geliştirmeye zorladığını söylüyorlar ve İsrail'in iddiasının aksine saldırının ters teptiğine işaret ediyorlar. Burada gerçek nerede, söylemesi aradan geçen 31 yıla rağmen hâlâ çok zor. Bir tarafta İsrail ve onun iddialarını destekleyen unsurlar; diğer tarafta bunların tam aksine işaret eden unsurlar...

 

Bu arada Osirak saldırısı ile ilgili olarak bu tesise ilk saldıranın İran olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. İran hava kuvvetlerine ait 2 adet Phantom savaş uçağı İran-Irak Savaşı'nın başlamasının üzerinden fazla geçmeden 30 Eylül 1980 günü Osirak'a saldırmış, tesise zarar vermişler, yakın dönemin ilk önleyici saldırısına imza atmışlardı. Savaşın başlamasıyla birlikte İsrail askerî istihbarat şefi Yehuşhua Saguy'un İran'ı bu saldırıya teşvik ettiği, açıkça saldırmasını talep ettiği de o zaman söylenmişti. Bu konuda bir kaynak da saldırı öncesi bazı İranlı yetkililer ile üst düzey bir İsrailli yetkilinin Paris'te bir araya geldiğini iddia ediyor. Bu ne kadar doğru bilinmez; belki de hiçbir zaman bilinmeyecek.

 

İsrail'in bugünlerde Osirak'ı hatırlatmasının şüphesiz İran'a ve Amerika'ya dönük son mesajlarından biri olduğu söylenebilir. Haberlere göre, Başbakan Netanyahu'nun da kapalı kapılar ardındaki görüşmelerde sık sık Osirak saldırısından söz etmesi, o zaman Mossad ve askerî istihbaratın buna karşı çıktığını; ama sonuçta zamanın Başbakanı Menahem Begin'in saldırı emrini vermesi, saldırının başarılı olduğunu söylemesi bugün kendisinin İran'a karşı düşündüğü saldırı tezine daha çok destek sağlamayı ve aynı zamanda Amerika'yı da etkilemeyi hedefliyor.

 

31 yıl önceki tartışmalı Osirak saldırısı bugünü ve İran'a yapılması düşünülen, planlanan saldırı tartışmalarını işte böyle etkiliyor bize göre... 

 

Fikret Ertan

 

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1335508&title=31-yil-onceki-osirak-saldirisi-ve-bugun

  

  • İşin özü şu: Netanyahu yönetimi Obama üzerinde baskı kurmak istiyor. Netanyahu'nun İran politikası "her an saldırabiliriz" tehdidi üzerine kurulu.

 

Peki, İsrail İran'a saldırma konusunda gerçekten ciddi mi? Şu aralar dünya basınına resmi İsrail kaynaklarından bu yönde bilgiler sızdırılıyor. Saldırı yanlısı şahinlerin sesi daha yüksek çıkıyor. Ama bu durum "karar verildi ve tek mesele zamanlama" anlamına gelmiyor tabii ki. Ortada ciddi bir psikolojik savaş var. İşin özü şu: Netanyahu yönetimi Obama üzerinde baskı kurmak istiyor. Netanyahu'nun İran politikası "her an saldırabiliriz" tehdidi üzerine kurulu. Bu bir blöf olsa bile İsrail açısından ABD'yi baskı altında tutan akıllıca bir strateji veya taktik.

 

Zira İsrail'in saldırı ihtimali ve bunun ABD ekonomisi üzerinde doğuracağı olumsuzluklar Obama'nın İran politikasında bir rehavet oluşmasını engelliyor. Rehavet bir yana, Obama yönetimi son iki yıldır İran'a daha ciddi ekonomik, finansal ve diplomatik yaptırımlar uygulanması için tam saha küresel pres yapıyor. Obama bu ekonomik ve finansal yaptırımların İran'ı zayıflattığına inanıyor. Temel sorun İsrail ve ABD'nin zamanlama konusunda anlaşamıyor oluşu. ABD ekonomik yaptırımların etkili olduğunu ve zamanın İran'ın aleyhine çalıştığını düşünüyor. İsrail ise İran'da rejimin her geçen gün nükleer silaha bir adım daha yaklaştığını ve nükleer bir İran'ın yakında "dokunulmazlık" kazanacağını iddia ediyor. Bu şartlar altında kasımdaki seçimlere kadar İsrail ve İran meselesi Obama'nın korkulu rüyası olmaya devam edecek. 

Ömer Taşpınar

 

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/taspinar/2012/08/20/israilin-iran-blofu

 

  • 2007’de ağrılaştırılmış müebbet hapis cezası alan, ne denli tehlikeli bir kişi olduğu ise kendi itirafları ile sabit olan Yiğit gibi birisi, nasıl oluyor da elini kolu sallayıp Cihat uğruna Suriye’ye gidip Özgür Suriye Ordusu’nun saflarına katılabiliyor?

 

 

 

Günlerdir haberini okuyoruz. İstanbul’da Kasım 2003’de El Kaide adına gerçekleştirilen ve 57 kişinin hayatını kaybettiği, onlarca kişinin yaralandığı bombalı saldırının planlayıcılarından Baki Yiğit, Halep’te öldürülmüş.

 

Haberlere göre, 2007 yılında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Yiğit, HSBC Bankası, sinagoglar ve İngiliz Konsolosluğu’nu hedef alan 2003’teki saldırılardan sonra gözaltına alınmış ve verdiği ifadelerde TÜSİAD’ı basıp üyelerini rehine almayı planladıklarını da itiraf etmiş.

 

Haberlere göre, “Usame bin Ladin ile yaptığı kahvaltı nedeniyle ismi gündeme gelen” Yiğit ayrıca, “eşi Ceren ile Afganistan’a gidip kamplarda eğitim gördüğünü de itiraf etmiş.” Özetle, aynen Breivik gibi, kuşkusuz ölümcül eylemlerinden herhangi bir pişmanlık duymayan, bunları Cihat adına bir görev sayan Yiğit, kamu güvenliğini tehdit eden tüm vasıflara sahip.

 

Bu durumda insan sormadan edemiyor: 2007’de ağrılaştırılmış müebbet hapis cezası alan, ne denli tehlikeli bir kişi olduğu ise kendi itirafları ile sabit olan Yiğit gibi birisi, nasıl oluyor da elini kolu sallayıp Cihat uğruna Suriye’ye gidip Özgür Suriye Ordusu’nun saflarına katılabiliyor?

 

İnsan, burasının azılı katiller serbest bırakılırken gazetecilerin, akademisyenlerin ve emekli askerlerin hapislerde çürütüldüğü Türkiye olduğunu bir an için unutup, saf bir şekilde, “Bu adamın kamu güvenliği açısından tecrit edilmiş bir şekilde içeride olması gerekmiyor mu?” diye soruyor.

 

Meğerse Türk hukuk ölçülerine ve kamu güvenliği anlayışına göre Yiğit gibi birisinin içeride olması gerekmiyormuş. Bu yüzden elini kolunu sallayıp ülke içinde veya dışında silahı ve bombasıyla istediği eylemlere katılmak serbestîsine sahipmiş. Nasıl mı oluyor? Bu konuda da “Haberlerin yalancısıyız.”

 

Çünkü, “İstanbul’daki saldırıların planlayıcısı olduğu gerekçesiyle 2007 yılında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan” Yiğit, “Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını bozması üzerine yeniden yargılanarak 2010 yılında tahliye edilmiş. Ardından da Türkiye’den kaçmış.”

 

Kaçmış ama bu ortadan kaybolmak adına gerçekleşen bir kaçış değil. Silahlı ve bombalı mücadeleyi sürdürmek adına gerçekleştirilen bir kaçış. “Ulusal uğraş” olarak çifte standartlarını yüzüne sürekli vurmaktan hoşlandığımız Avrupa’da hangi ülkede böyle bir şey olabilir acaba? 

 

Semih İdiz

 

http://siyaset.milliyet.com.tr/hayret-verici-ama-gercek/siyaset/siyasetyazardetay/20.08.2012/1583489/default.htm 

 

  • İsrail ordunun devletin karakterini ve vatandaşlarının hayat tarzını belirleyen tek örnek olarak kaldı

 

 

Bütün bunlar askerleşmiş bir toplum olarak İsrail’in sivil toplumlarla tartışmaya girmeyi zor bulmasıydı. Bu derece askeri bir toplum ortak olarak kendisine benzeyen toplumları arıyordu. Terör ve insan hakları anlayışları benzer olan toplumlar...  Demokrasi bu üç ülke için de ölümcül bir tehditti. 1990’larda Türkiye’de Milli Güvenlik Konseyi İslam’ı devletin laik Kemalist görünümü için yıkıcı kabul ederek İslam’a savaş ilan etmişti. Mısır’da, Müslüman Kardeşler’in parti kurma hakkı dini temellere dayanan herhangi bir partinin sivil topluma tehdit oluşturduğu gerekçesiyle gasp edildi. Hâlbuki Mübarek’in kendisi yurttaşlık hakları üzerine kurulu bir devlet modelini çarpıtmıştı. Üç ülkenin ilişkiler ağını da ordu perde gerisinden yönetti, politikaları tanımladı ve düşmanları belirledi. Bu ittifak İslam’ı düşman gören zihniyet üzerine şekillendi. Şimdi bu üçlüden geriye bir tane kaldı.  Türkiye ‘siyasi temizlikten’ geçmiş yıpranmış asker kadrosuyla sivil topluma dönüştü. Mısır’da ordu başkanlık sarayından uzaklaştırıldı, kışlalarına döndü. İsrail ordunun devletin karakterini ve vatandaşlarının hayat tarzını belirleyen tek örnek olarak kaldı. İslam’ın bir anda düşman olmaktan çıktığı bölgede İsrail’in bir plan yapamaması sürpriz değil. Bir anda öksüz kalan İsrail ‘islamcı rejimlerle’ paniğe düşmüş ve kendini konuşacak kimsenin olmadığına ikna etmiş durumda. Fakat Türkiye’ye dönüş gerçekleşebilir ve Mısır’la yeni diyalog yolları bulunabilir. Buna engel, Erdoğan ve Mursi’nin dini eğilimleri değil İsrail’in kendi politikaları.

 

Zvi Barel

 

http://dunya.milliyet.com.tr/misir-ve-turkiye-basardi-sivillesme-sirasi-israil-e-geldi/dunya/dunyadetay/16.08.2012/1581713/default.htm?ref=OtherNews 

 

 

  • İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerine saldırı düzenlemek için gerekenlere teknik ve lojistik açıdan sahip olmamasının önemi yok.  

 

Tel Aviv’in, İran’a karşı çoktan ilan edilmiş ekonomik savaşı sıcak savaşa çevirmesine ramak kaldı. İsrail Başbakanı Netanyahu ile Savunma Bakanı Barak’ın oluşturduğu savaş çığırtkanı ikili, üst düzey uzmanların aksi tavsiyelerine rağmen, İran’a saldırmak için her şeyi riske edebilir. Belki de Barak, Amerikan istihbaratına erişim sağlamıştır. Zira diyor ki, “Muhtemelen gerçekten de öyle bir Amerikan istihbarat raporu var. Washington’daki üst düzey makamlarda dolaşan Ulusal İstihbarat Tahmini (NIE) raporlarından biri mi, bilmiyorum.” Bu varsayımlar silsilesi, sıcak savaş için haklı sebep mi? Barak şunu da ekliyor: “Bu rapor, ABD’nin konuyla ilgili değerlendirmelerini bizimkine daha çok yaklaştırıyor.” Aslında değil. İşte Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsünün tepkisi: “Amerikan istihbarat değerlendirmesinde bir değişiklik olmamıştır.” Yani İran nükleer silah programı yürütmüyor.

 

ABD ise İran’ın nükleer ilerlemesinin fotoğrafını net çekmiş görünüyor.Beyaz Saray sözcüsü Jay Carney’ye göre, “ İran’ın silah edinme yönünde belirleyici adımı atıp atmadığından, atarsa bunun zamanlamasından haberimiz olur.” Belli ki Bibi için bu yetersiz. İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerine saldırı düzenlemek için gerekenlere teknik ve lojistik açıdan sahip olmamasının önemi yok. 

RIANOVOSTI’nin yayımladığı bilgilere bakalım: İran’ın yeraltı tesislerini vurmak için gereken yeni nesil MOP GBU-57A sığınak delici bombalardan İsrail’de yok. Bu bombaları taşıyacak Northrop Grumman’ın B-2 ağır bombardıman uçaklarından da yok. F-15 ve F-16’lara yakıt ikmali yapacak Lockheed Martin’in KC-130 hava tankerlerinden ise yeterince yok. 

Bu saydıklarımızın, Bibi-Barak ikilisine teslimi için Pentagon’un yetkilendirildiğine dair kanıt yok. Eski KGB Başkanı ve Rus Dışişleri Bakanı olan Yevgeni Primakov diyor ki, “Durmayın, İran’a saldırın ki, kaçınılmaz olarak İranlılar da atom bombası yapmak zorunda kalsın.”

 

Pepe Escobar

 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1097135&CategoryID=99 

 

 

  • Soykırımdan kurtulmuş, belki de insanlığa olan umudunu kaybetmiş bir yaşlı kadın ve Yahudilerden nefret ederek oy toplayan siyasetçi genç torun. 

 

 

 

Herkes ona geleceğin lideri olarak bakmaya başlar. Yaşıtlarıyandaşları birer birer çıkarken basamakları, o üçer beşer atlar. 2009 senesinden itibaren Avrupa Parlamentosu’nda partisini temsil eden üç hukukçudan biri o olur. Lakin yükselirken, o hiçbir zaman sevemediği şu “öteki”ler hakkında söylemleri de giderek sertleşir, hırçınlaşır. Paranoya derecesine varacak kadar. Bilhassa Yahudiler... Bilhassa onlardan hoşlanmamaktadır. Yahudi aydın ve sanatçıların ülkenin ruhuna ve sembollerine zarar verdiklerini iddia eder. Yahudilerin kapalı kapılar ardında komplolar çevirdiğine, dünyayı gizlice yönettiğine inanır; devlet aygıtı içinde önemli noktalara getirilmemeleri gerektiğini savunur. Kimi zaman açıkça ifade eder nefret ve husumet söylemini. Kimi zamansa çok daha örtük bir şekilde imalarla yetinir. Ve derken...

 

Bu keskin Yahudi aleyhtarı, azınlık aleyhtarı, öteki aleyhtarı aşırı sağ lider hiç ummadığı bir şekilde düştü Macaristan basınının gündemine: Anneannesinin Yahudi olduğu açıklandı! Üstelik toplama kamplarında kalmış, mucizevî şekilde hayatta kalmış bir kadın. Macaristan’da 550 binden fazla Yahudi’nin İkinci Dünya Savaşı esnasında hayatlarını kaybettikleri düşünülürse...

 

Yahudi kültüründe kimlik babadan değil anneden geçtiği için bu durum Szegedi’nin Yahudi sayılacağı anlamına gelmekte. Sadece siyasi partisi değil, bütün bir ülke şimdi bu “skandal”ı konuşmakta. İşin daha da çarpıcı boyutu, Szegedi’nin bir kez hakikat anlaşıldıktan sonra bunu bastırmak için etrafına rüşvet teklif etmesi ve tüm bu konuşmaların kaydedilmiş olması. Szegedi’nin konumu şu anda sallantıda. Ait olduğu siyasi partiden de Avrupa Parlamentosu’ndan da ayrılması istenmekte. Dini kökeninden dolayı değil, bir rüşvet davasına karıştığı için elbette. Beni asıl ilgilendiren ve adeta bir roman gibi gördüğüm kısım, kahramanımızın bundan sonraki yolculuğu. Uzun süre sessizliğini koruduktan sonra basına verdiği açıklamada ilginç bir itirafta bulundu. Gidip yaşlı anneannesini ziyaret ettiğini, ondan ilk defa yaşadıklarını anlatmasını istediğini söyledi. Soykırımdan kurtulmuş, belki de insanlığa olan umudunu kaybetmiş bir yaşlı kadın ve Yahudilerden nefret ederek oy toplayan siyasetçi genç torun. 

 

Elif Şafak

 

http://www.haberturk.com/yazarlar/elif-safak/769329-bir-irkcinin-kendiyle-imtihani 

 

 

  • “İnsanların ellerinden her şeyleri alınabilir ama bir şey hariç, ki o da insanın hangi koşullar altında olursa olsun kendi tutumunu seçebilme, kendi yolunu belirleyebilme özgürlüğüdür.”

 

 

 

İnsanların hayatları bir anda baştan sona değişebilir. En mutlu günleri kâbusa dönüşebilir. Ağzındaki bal tadı gidip katranlı bir zehrin tadı kalabilir geriye... Viyanalı Doktor Viktor Frankl için böyle olmuştu işte... Hayatında her şeyin yolunda gittiğini düşündüğü, kariyerinde basamakları birer ikişer büyük bir süratle tırmandığı bir anda, Frankl kendisini aniden Nazi Toplama Kampı’nda buldu.

 

Suçu Yahudi olmaktı. Viyana’nın kahve kokan sokaklarında, neşe ve umutla işine gidip gelirken şimdi toplama kampında bir ‘köle-işçi’ olarak çalışmak durumundaydı. Korkunç işkencelere, hayal edilemeyecek büyük acılara tanık oldu, Annesi, kardeşi ve daha pek çok sevdiği insan gaz odalarında can verdi.

 

Frankl, toplama kampında çıldırmamak için oldukça ilginç bir zihinsel teknik geliştirdi. Buna ‘detachment’, kendini dışında tutma tekniği adını verdi. Yaşadığı işkenceleri, tanık olduğu büyük acıları sanki kendisi yaşıyormuş gibi değil de odanın bir yerinden izleyen birisi gibi tecrübe etmeye çalıştı. Yani yaşananlarla arasına bir tür duygusal mesafe koydu. Frankl, bu mesafeyi koyarken insanın en korkunç durumlarda bile, başına gelenlere değişik cevaplar verebileceğini, olaylara verdiği yanıtları hemen her zaman kendisinin seçtiğini fark etti.

 

...

 

Yazıya Viktor Frankl’la başladım, onun sözleriyle bitireyim: “İnsanların ellerinden her şeyleri alınabilir ama bir şey hariç ki o da insanın hangi koşullar altında olursa olsun kendi tutumunu seçebilme, kendi yolunu belirleyebilme özgürlüğüdür.” Türkiye kendisine dayatılan bu oyunu bozup kendi seçimlerini yapmalı ve kendi yolunu belirleyebilmelidir.

 

Orhan Kemal Cengiz

 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1098029&Yazar=ORHAN-KEMAL-CENGIZ&CategoryID=97

 

 

  • Devlet büyüklerimizin her zaman bir hoşgörü diyarı olmasıyla iftihar ettikleri ülkemizde benzer örnekler günlük hayatın içinde sıkça size çarpabilir.

 

 

Burada karşımıza çıkan bakışın hedef olarak gördüğü kitle Ermenilerle sınırlı değildir. Geneldir, bütün azınlıklara, Rumlara ve özellikle de Musevilere yönelir.

 

Böyle olduğu içindir ki, Prof. Büşra Ersanlı geçen yıl KCK operasyonu çerçevesinde tutuklandığında, Vakit gazetesi kendisinin eski eşi Prof. Cem Behar’ın Yahudi olmasını Ersanlı’nın sicilinin kabarıklığına yol açan olumsuzluklardan biri olarak değerlendirebilmişti.

 

Başka örnekler bulmak için aslında gazete arşivlerinde dolaşmanıza gerek de yoktur. Devlet büyüklerimizin her zaman bir hoşgörü diyarı olmasıyla iftihar ettikleri ülkemizde benzer örnekler günlük hayatın içinde sıkça size çarpabilir. Sorun, bu gibi davranışların toplumsal kabullerde -yine geniş bir kesimde- ahlaki açıdan problemli bulunmamasıdır.

 

Hem insanlık ölçüleri hem de formel düzeyde anayasa hükümleri altında eşit vatandaş olarak kabul edilmesi gereken insanların etnik kimlikleri nedeniyle hor görülebilmesi ya da kimliklerinin hakaret amaçlı bir sıfat olarak kullanılabilmesi ırkçılığın en yüz kızartıcı tezahürlerinden biridir.

 

Bu tür davranışlar artık medeni dünyada “nefret suçları” olarak adlandırılıyor ve ciddi yaptırımlara bağlanıyor. Bir insanın ya da grubun kimliğinden, aidiyetinden dolayı eylemli ya da sözlü bir saldırıya uğradığı fiiller için kullandığımız nefret suçları, diğer suç kategorilerinden daha farklı sonuçlar yaratıyor.

 

Fark şurada: Nefret suçlarında, bir kişinin aidiyetine hakaret edildiğinde ya da suç -yöneldiği kurbanın kimliğinden dolayı- işlendiğinde, mağduriyet yalnızca hedef alınan kişiyle sınırlı kalmıyor. Suçun niteliğinin “çoğaltan etkisi” ile o gruba aidiyeti olan herkes, kendisini saldırıya uğramış hissediyor.

 

Sedat Ergin

 

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21292053.asp

 

  • Her şartta İsrail'i desteklemiş olan güçler, her şartta Kürdistan'ı da destekleyecek diye bir şey yoktur.

 

İsrail, Yahudilerin devletsizlik sorunu kadar, Avrupa devletlerinin Yahudi sorununu da çözmek için kurulmuştu. Avrupa derinden derine antisemitik olduğu bir dönemde -belli oranda hâlâ öyledir- nefret objesini kendinden uzaklaştırarak şizofrenisinden kurtulmaya çalışıyordu. Yahudiler gitmek istedikleri kadar gönderilmek de isteniyorlardı. Binlerce yıl önce kovuldukları yere geri döndüler. Ama döndükleri yere yabancılaşmışlardı. Batılıydılar. Enjekte edildikleri bünye ile hiçbir kan uyumları yoktu. Buna karşılık Kürtler bin yılı aşkın bir zamandır şimdi yaşadıkları topraklarda yaşarlar. Bünyenin bir parçasıdırlar. Hususen Türkiye'de Kürt olmayan unsurlarla evlenmiş, çok-genli, çok-dilli, çok-kültürlü hibrit bir unsura dönüşmüştürler. Batılı olamazlar. Bir bünyeye o bünyeye ait olmayan bir küpe takmak kolaydır -yine de acıtır- ama o bünyenin bazı uzuvlarını harmanlayıp yeni bir uzuv yapmak imkânsızdır.

 

Her şartta İsrail'i desteklemiş olan güçler, her şartta Kürdistan'ı da destekleyecek diye bir şey yoktur. Bir defa Amerika'nın İsrail yandaşlığı Judeo-Hıristiyanlık gibi ortak bir dini geçmişten, ikinci gelişinde Yahudilerin İsa Mesih'e iman edecekleri yönündeki eskatolojik beklentiden, asırlar boyu süren ve Holokost ile en derin çukuruna inen bir günahın kamu vicdanına yüklediği suçluluk duygusundan ve nihayet Yahudi lobilerinin o karşı konulmaz ikna kabiliyetinden beslenmektedir. Baptistler Kürt bir mesih beklemiyorlar! İşte ortak dinî geçmişleri, benzer suçluluk duyguları ve yine güçlü lobileriyle Ermeniler ortada! Ermenistan'a bahşedilenden daha fazlasını Kürdistan için ummak, başlı başına devlet kuramayacak olmanın garantisidir. Bu kadar stratejik düşünce kapasitesiyle ancak BDP'lilerle kucaklaşılır! Batılılarsa kucaklaşmayı sevmez.. 

 

Kerim Balcı

 

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1336875&title=buyuk-kurdistanla-israil-arasindaki-farklar 

 

  • Azınlıklar, ilkokul çağında çocukları için, okullarda o yaşta ayrımcılığa uğramasınlar diye resmi olmasa da, ikinci bir Müslüman Türk ismi kullanıyorlar.

  

Farklı inançlara, fikirlere olan hoşgörü ve anlayış her geçen gün azalıyor. Dindarlık ile yobazlık arasında çok ince bir çizgi vardır. Dindarlık ne kadar saygı duyulması gereken bir olgu ise yobazlık da o kadar karşı çıkılması gereken tehlikeli bir olgudur. Ülkeyi 10 senedir yönetenler maalesef bu farka hassasiyet göstermeden söylem ve icraatlarda bulunuyor. Mavi Marmara olayı sonrası Musevi bir esnaf arkadaşım, kendisine olan borcunun tamamını ödeyeceğini söyleyen bir Müslüman alacaklısına tahsildarını gönderiyor. Borçlu ödemenin yarısını yapmış. “Borcunun diğer yarısını neden ödemedin” diye sorunca “diğer yarısını senin adına Gazze’ye bağış yaptım” yanıtı alıyor.

 

İsmi Vahan olan bir arkadaşım ehliyetini yenilerken yeni ehliyete ismi Vahap dini İslam olarak yazılıyor. Yanlış yazmışsınız diye itiraz edince “Hadi canım bak böyle daha güzel oldu” yanıtı alıyor. Süryani kilisesinin önde gelenleri iktidardan 10 senedir İstanbul’da tek bir kiliseye sığmadıklarından 2. bir kilise için arazi talep ediyor. 10 senedir aldıkları yanıt “sabırlı olun”.

 

Azınlıklar, ilkokul çağında çocukları için, okullarda o yaşta ayrımcılığa uğramasınlar diye resmi olmasa da, ikinci bir Müslüman Türk ismi kullanıyorlar. 5-6 yaşında yavrular bunun nedenini bir türlü anlayamıyor. Hocalı katliamının yıldönümü anma töreninde “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz” pankartı hiçbir yaptırıma uğramadan ülkenin bir bakanının önünde açılmıştır. O gün yeni bir 6-7 Eylül endişesi taşıyan binlerce azınlık vatandaşımız evlerinden çıkmamıştır.

Cem Toker

 

http://www.gercekgundem.com/?p=484545

 

  • Ortadoğu’daki durumdan her türlü kazançlı çıkan tek ülke var, o da İsrail. 

 

Şimdi gelinen noktada bakıyoruz İran’ın da, Suriye’nin de ve hatta Irak merkezi hükümetinin de hedefinde artık İsrail falan yok.

 

 Özellikle İran ve Suriye, İsrail’le düşmanlığı bir kenara bıraktılar ve bütün oklarını Türkiye’ye doğru çevirdiler.

 

Türkiye için tehdit olmadığını düşündüğümüz İran’ın nükleer silahlarının hedefi artık İsrail’den önce Türkiye.

 

Her iki ülkenin desteklediği Hizbullah artık Suriye’de Esad’ın yanında ve Lübnan’da Türkleri kaçırıyor.

 

Ortadoğu’daki durumdan her türlü kazançlı çıkan tek ülke var, o da İsrail. Bir yıl içinde İsrail’i hedef tahtasından çekip yerine kendimizi koyduk.

 

 “Bu dış politika başarılıdır ve Türkiye için hayırlıdır” diyorsanız diyecek sözüm yok. Hayrını görün inşallah! 

Fatih Altaylı

 

http://www.haberturk.com/yazarlar/fatih-altayli/770983-tek-kazanan-israil

 

  • Türkiye’de sermayenin nasıl el değiştirdiğini, kimin elinden kimin eline nasıl geçtiğini anlamadan, neden bizim burjuvazinin bu kadar devlete bağımlı olduğunu, kritik anlarda neden hep statükoyla birlikte hareket ettiğini hiçbir şekilde anlayamazsınız... 

 

 

Türkiye’de sermayenin nasıl el değiştirdiğini, kimin elinden kimin eline nasıl geçtiğini anlamadan, neden bizim burjuvazinin bu kadar devlete bağımlı olduğunu, kritik anlarda neden hep statükoyla birlikte hareket ettiğini hiçbir şekilde anlayamazsınız...

 

Bu el değiştirme işi sadece Ermeni mallarıyla sınırlı kalmadı şüphesiz. Dalgalar halinde neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devam etti.

 

Mesela, 1934’te bu defa Yahudiler hedef tahtasına konmuş, haftalarca süren saldırılar ve yağmalar sonucunda Trakya’da sermaye neredeyse tamamıyla el değiştirmiştir. On binlerce Yahudi kökenli vatandaşımız apar topar kaçmıştır ‘Trakya olaylarının’ ardından...

 

Sonra yeni bir dalga 1942 yılında bu defa Varlık Vergisi aracılığıyla geldi. Gayrimüslimlere öyle akıl almaz vergiler kondu ki, hiç pahasına tüm mallarını satmak zorunda kaldılar, tabii ki, bu işten de Türkiye’de epey bir insan zengin oldu. Sonra biliyorsunuz 6-7 Eylül 1955 olayları var. Gayrimüslimlerin işyerleri ve evleri iki gün boyunca yağmalandı. Bunun ardından tabii ki, Beyoğlu’ndaki ev ve işyerlerinin büyük çoğunluğu yeni sahiplerine kavuştu.

 

Sonrasında gayrimüslim vakıflarının mallarının mütemadiyen talan edilmesi var...

 

Bizim kadim burjuvazi, bu ‘ahlı’ mallarla zengin olmuştur. Devletle ciddi bir çatışmaya girmez. Köylü kurnazıdır. İçinden çıktığı topluma tepeden bakar vs.

 

Orhan Pamuk’un özlediği türden bir burjuvaziye sahip olmak için yürüyecek daha çok yolumuz var, ta en baştan, bu malların nasıl el değiştirdiğine bakmaktan başlayarak... 

 

Orhan Kemal Cengiz

 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1098302&Yazar=ORHAN-KEMAL-CENGIZ&CategoryID=97

 

  • Netten okumalar 

 

  • Emperyalizm ve “Yahudi Lobisi” – Foti Benlisoy 

 

http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/29759467278/emperyalizm-ve-yahudi-lobisi

 

  • Bergama’nın gavur Mahalleleri – İbrahim Fidanoğlu

 

http://dagakactim.blogspot.com/2012/08/bergamann-gavur-mahalleleri.html 

 

  • Niğde’nin Musevi Milletvekili Vardı

 

http://www.borhaber.net/arastirma/nigdenin-musevi-milletvekili-vardi-h6859.html 

 

  • YAĞMURDAN KAÇARKEN: ISAAK BEHAR 

http://sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=57352

 

  • Türk İnternetinde Antisemitizm Örnekleri - BUĞRA AYAN

 

http://www.hasturktv.com/turkiyede_bugun/4137.htm

 

  • YAŞASIN İSRAİL YAŞASIN AMERİKA! - Bahri Şenkal

 

http://www.haberx.com/yasasin_israil_yasasin_amerika(19,w,11836,541).aspx

 

  • Recm = racim = tercüman – Sevan Nişanyan

 

http://nisanyan1.blogspot.com/2012/08/recm-racim-tercuman.html 

 

  • BİZ BİLEMEDİK KIBRIS’I, TANIYAMADIK KIBRISLI’YI…- Stella      Acıman

 

http://www.yeniduzen.com/detay.asp?a=48191&z=5

 

  • İşçi Siyonizminin Kökenleri: Sosyalist Düşüncelerin Yeni      Ülkesi Olarak İsrail

 

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3822

 

  • ABD'nin İran ve İsrail politikası – Ömer Taşpınar

 

 

 

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/taspinar/2012/08/27/abdnin-iran-ve-israil-politikasi

 

 

  • İsrail Çerkesleri

 

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3852 

 

 

  • Netten seyredin/dinleyin
  •  
  • Hitlerin Yahudi Askerleri, Komplo Teorisi

 

http://www.youtube.com/watch?v=ai4L0W-wXGw 

 

  • 6-7 Eylül olayları 

http://www.imc-tv.com/haber-6-7-eylul-olaylari-ozel-programi-94.html

 

  • Flashmob "Festejemos la historia" - YOK -      Shopping Abasto 

http://www.youtube.com/watch?v=RDOQwig1hHo&feature=share