Aklıma takılanlar

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
25 Nisan 2012 Çarşamba

Ara sıra aklıma takılan, beni bir şekilde etkileyen ama tek başlarına bir köşe yazısını hak etmeyecek kadar kısa konuları ‘Aptal Sorular’ türünden başlıklarla kaleme aldığımı fark etmişsinizdir, sevgili okurlar. Aradan yine zaman geçti ve sizlerle paylaşmak istediğim birkaç olay daha birikti.

***

Geçenlerde bir yazışmada dikkatimi çeken ve husumete varan bir önyargıya, Tora’dan bir alıntıyla cevap verdim... ve feleğim şaştı. Meğerse ben neymişim de haberim yokmuş. Anında aynı önyargının kurbanı oldum, sınıflandırıldım, yaftalandım ve işe yaramaz olarak ‘geri dönüşüm kutusu’na atıldım.

Sonra ne mi yaptım? Kısa bir sersemlemenin ardından kendimi toparlayıp ‘geri dönüşüm kutusu’ndan ‘masa üstü’ne geri döndüm. Tora’dan başka bir alıntıyla konuyu toparlamaya çalıştım. Şimdi sessizlik hâkim ama yüreğimde bir yara açılmadı desem, yalan olur. Bu da doğal çünkü yüreğim nasır tutmadı – henüz. Umarım tutmaz da.

Bilgisayar kullanmayanlar için açıklama: Geri dönüşüm kutusu = çöp kutusu; işe yaramayan yazılar bu hayali kutuya gönderilir. Masa üstü = bilgisayarın ekranı; en sık kullanılan dosyalar, göz önünde olmaları için ekrana yerleştirilir.

***

Başka... Annelerin ve babaların çocuklarına “annecim, babacım”, büyükbabaların torunlarına “dedecik”, büyükannelerin ise “ninecik” demesi aklımı dumura uğratıyor. Ortalıkta yığınla mini mini “ablacım”, “teyzecim”, “amcacım” dolaşıyor. Bu ne zamandan beri böyle? Yeni bir moda mı, yoksa hep vardı da televizyon dizileri sayesinde mi günlük konuşmalara yerleşti?

Genç ya da yaş almış bazı çiftlerin birbirine hep “aşkım, aşkım” diye seslenmesi, her cümlelerine “hayatım” diye başlaması, beni boğuyor. Anladık, aşıksınız, hepimiz birilerini seviyoruz ama sürekli tekrarlanınca, sevgi de, şefkat de sıradanlaşıp anlamını yitiriyor.

Şöyle bir konuşma hayal etmeye ne dersiniz? İmkânsız da değil hani. Kadın, kocasına “Nerede kaldın karıcım?” diye soruyor. Boylu boslu posbıyıklı erkek cevap veriyor: “Kusura bakma kocacım, park yeri yoktu da...”

***

Bazı kadınların, kocalarının soyadı yerine “kendi soyadım” dedikleri ama aslında babalarına ait soyadını muhafaza etmek için verdiği mücadele beni şaşırtıyor. Bakın Hispanikler’e? (Güney Amerika’yı da kastettiğim için İspanyol demedim.) Kadın erkek ayrımı yapmadan Maria ismini aldıkları yetmezmiş gibi, hem annelerinin kızlık soyadını, hem de kocalarının soyadını taşıyorlar. Gerçi Türkiye’de yaşasalardı, ciddi bir sorunla karşılaşırlardı çünkü annenin kızlık soyadı, her güvenlik engelini aşan sihirli sözcük haline geldi! Annenizin kızlık soyadının üçüncü harfi... Annenizin kızlık soyadının beşinci harfi...

Tanrı aşkına, baba ya da koca, ille de bir erkeğin soyadını mı taşımak gerekiyor? Şuna ne dersiniz? Hani Orta Asya’da iken çocuğa isim verilmeden önce bir yararlık göstermesi beklenir, huyu suyu ortaya çıktıktan sonra, adı ona göre takılırdı diye öğretmişlerdi ya tarih dersinde? Bir kadın da reşit olunca, on sekiz yaşına kadar başardıklarına, dış görüntüsüne ya da gelecekten beklentisine göre kendine bir soyadı seçse ne olur? Birinin kendi seçtiği ismi taşıması için sanatçı olması şart mı?

***

Ne öğrendim biliyor musunuz? Yahudiliğin anneden geçtiği malum. Annemin kızlık soyadı Koen. Hemen bir açıklama: Koen’ler kutsal mabet Bet Amiktaş’ta görevli olan rahiplerdi (rahip sözcüğünü bugünkü anlamıyla algılamayın lütfen). Bu görevlilerin başında Koen Gadol (baş rahip) bulunurdu. İlk Koen Gadol, Aşem tarafından seçilmişti: Moşe Rabenu’nun ağabeyi Aaron. Aaron, Levi boyundan geldiği için, bütün Koenler’in Levi boyuna mensup olduğu kabul edilir. Ancak bunun tersi geçerli değildir; yani bütün Leviler, Koen değildir. Leviler de Bet Amiktaş’ta görevliydi; ilahileri onlar okurdu.

Bunları yeni öğrenmedim tabii. Yeni öğrendiğim şu: Yahudilik anneden geçer ama Koenlik babadan geçer. Yani annemin yüzde elli Koen olması, ne ona ne bir manevi üstünlük kazandırıyor, ne Koenlere özgü bazı kısıtlamalar getiriyor, ne de benim genetik açıdan yüzde yirmi beş Koen olduğum anlamına geliyor. İlginç...

*** 

Müjdeler olsun! Her seferinde yazacağım dedim, yine bana fırsat verdiler sağ olsunlar. “Bilmemkim” @ “Bilmemhangi mağaza” yapacağını yaptı yine ve kendini elit sanan sazanlar, renkli bilekliklerle avutularak sabahın köründe kuyruklara girdi. Mağazayı, kendilerine tanınan on dakika içinde talan ettiler. Sorarım size, pazardan (hadi, daha cazip kılmak için organik pazar diyeyim) mal alırken on dakikada bir domatesi bile seçemeyen insanoğlu, on dakikada on binlerce liralık malı gözü kapalı nasıl alıyor? Özel bir yetenek gerektirdiği muhakkak da... Öyle bir yeteneğim olmadığı için mutluyum doğrusu. Bir şeyi daha merak ediyorum. O renkli bileklikler sonra alışverişçilerde mi kalıyor? Hiç değilse bu kadarı olsun yani. Bilmemhangi mağaza’dan rica ediyorum, renkli bileklikler geri alınmasın.

Bakalım bir yazı dolusu aptal soru daha, ne kadar zamanda birikecek.

Mutlu olun... Renkli bilekliğiniz yoksa bile.