Şampuan reklamından Martıları Besleyen Adam’a ülkemden portreler…

Mois GABAY Köşe Yazısı
4 Nisan 2012 Çarşamba

Geçtiğimiz pazar havaların nispeten güzelleşmesini fırsat bilip Karaköy İskelesi’nden Moda’ya gitmek üzere Kadıköy vapuruna bindim.  İçeri girer girmez, İstanbul’un tarihi yarımadayı en güzel gören terası üst güvertenin bir köşesinde etrafımdaki insanları incelemeye koyuldum. Vapurun hareketinden birkaç dakika sonra, güvertenin diğer köşesinde elinde büyükçe bir beyaz torba içinde ekmek kırıntıları ile martılara ekmek atan bir bey gözüme takıldı. Beyin heyecanla martıları beslediğini gören yanında oturan iki gençte bir süre sonra ona katıldı. Vapur, Haydarpaşa İskelesi’ne vardığında ise ön güvertede yaklaşık 10 kişi aynı torbadan aldıkları kırıntılarla martıları beslemekteydiler. Bu manzarayı görünce içimden  “Bu ülkede halen martıları besleyen insanların varlığı bana ümit veriyor.” dedim bütün hafta izlediğim onca içimi karartan haberden sonra…

Kısa yolculuk boyunca ben de martıları besleyen gruba katılmak yerine, içimden acaba o bey kimdir, nasıl bir hikâyesi vardır diye düşündüm. Kim bilir, Hristo Bey  belki de babasını genç yaşta kaybetmiş, sonradan evlenmeyip annesi ile yaşayan bir bey olup, sabahleyin para koleksiyonuna yeni paralar eklemek için Galata’ya uğramış dönüşte de Kadıköy Pazarı’ndan akşam yemeği için bir balık alıp eve dönecektir. Hayattaki yalnızlığını ise bir nebze kendini doğaya verip martıları besleyerek gideriyordur. Ne basında çıkan sayısız makale ne de yapılan araştırmalar bana ülkemin insanının yaşadığı değişiklikler konusunda kesin bir yargı veremiyor. Bu yüzden vakit buldukça toplu taşıma araçlarına binmeye, semt pazarlarına gidip, adını bile duymadığımız mahallelerde gezmeye çalışıyorum. Geçtiğimiz haftalarda Türk Musevi Cemaati’ni ilgilendiren sayısız haberi bu sayfalarda beraberce okuduk. Şüphesiz bunların içinde en çok içimizi acıtan akşam kanepelerimize uzanıp dizilerimizi izlediğimiz bir anda karşımızda ‘reklam’ adı altında Hitler ile karşılaşmaktı. Yine aynı günlerde Türk reklamcılığının duayenlerinden İzidor Barouh’un vefatı ile üzüldük. Reklamın kaldırılışından birkaç gün sonra ise devlet büyükleri ile kendi mekânlarımıza girerken sayısız kapıdan geçmenin bizde de nasıl bir sıkıntı yarattığını paylaştık. Reklam şirketi sahibinin eski patronu İzidor Barouh’un cenazesi sonrası cemaatin sıkıntılarını görüp reklamı kaldırma kararı verdiğini açıklaması ise “sevinsek mi, daha da mı üzülsek” türünden bir vakaydı kanımca… Bütün bu saydığım gelişmeler bana Kadıköy vapurunda gördüğüm martıları besleyen adamı hatırlattı. Bütün yaşanan sıkıntıların ortak sorunu gün geçtikçe kendini daha fazla hayat temposunda metalaştıran, duygularını daha az ifade etmeye yöneltilen bireyler olmamız değil mi sizce de? Bu saydığım üzücü haberler bir yanda, ülkemde sevindirici gelişmeler de olmuyor değil, yine geçen pazar gittiğim Kadir Has Üniversitesi’nde ki Anne Frank Sergisi buna güzel bir örnekti. İşte size benim ülkemden iki ayrı portre, aynı şehirde birileri genç beyinlere Holokost’un acımasızlığını 14 yaşındaki bir kızın yaşadığı acılarla öğretirken, diğer yanda da pazarda olma kaygısı, bir reklam uğruna insana neler yaptırıyor?

 Dünyaya bakınca, yine geçen hafta Facebook aracılığı ile bile olsa birçok İsrailli’nin İranlılarla karşılıklı “Biz sizi seviyoruz ve sizinle savaşmak istemiyoruz” demesi bile artık nefretle bir yere gidilemeyeceğinin anlaşılmaya başlandığının bir göstergesidir. Yurtdışından bakan merceklerin bizi gördüğünün aksine ben halen iyimser olmaya devam ediyorum. İnanıyorum ki gelecek yıllar birbirlerinden nefret eden değil, birbirlerini sevecek, duygularını açıklıkla belirtecek nesillerin olacaktır. Türk Musevi Cemaati’nin de artık her geçen gün kendini daha görünür kılması, kapıların açılıp duyguların daha çok paylaşılmasının bu bağlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Nitekim basından izlediğimiz haberler, bu reklam olayında da görüldüğü gibi sadece Şalom yazarlarının değil, toplumun fikir liderlerinin de açık görüş beyan etmesi yalnız olmadığımızın bir göstergesidir. Ancak en önemli mesele tıpkı o martıları besleyen adam gibi ortak duyguları paylaştığımız dostlarımızla daha fazla yakınlaşmaktır. Bu yakınlaşmanın en güzel fırsatlarından, Avrupa Yahudi Kültürü Günü etkinliğinin bu sene tekrardan Galata’da yapılması, ortak yaşama kültürümüzün tüm dünyaya anlatılması, sadece cemaat bireylerinin değil tüm medyamızın desteğiyle mümkün olabilir. “Son iki senedir ne oldu da cemaat bu etkinliği yapmıyor?” diye eğer kimse sormaz ve de hepimiz bu kültürü sahiplenmezsek, yurtdışı haberlerinde de birilerinin sadece olumsuz haberleri vermesinden şikâyet edemeyiz. Eğer Yahudi Kültürü mirası ülkemiz için önemli ise, bunu korumanın en güzel yolu hep beraber bu mirası tüm özellikleri ile yaşatmaktır. Çocuklarımızı ne kadar çok yaşadıkları fanus tipi hayatlardan koparıp onlara ortak kültürlerini yerinde anlatabilirsek o kadar çok ilerde martıları besleyecek, duygularını paylaşacak bir nesil yaratmış oluruz. Bizi biz yapan asli unsurlardan biri de omuz omuza yaşayan ama birbirine bir o kadar tezat portrelerin bir arada yaşama olgusudur. Farklılıklarımıza saygı gösterip ortak duygularımızı ifade edebildiğimiz sürece, benim halen geleceğe dair umudum var.

***

Beraber yaşamaktan söz açılmışken, son olarak Pesah Bayramı öncesi Roz Kohen’in anılarından sizinle 1950’li yıllara ait Kuledibi’nden bir alıntıyı aktarmak istiyorum. O yıllarda çoğunluğu 19. yüzyıl mimarisi olan ve içlerinde banyoları olmayan evlerde yaşayan cemaat sakinleri hafta arası banyo ihtiyaçlarını çaydanlıklara doldukları sıcak sularla dolan leğenlerle görürlerken, Cuma günleri ise Şabat öncesi Kasımpaşa küçük hamama gitmek hanımlar için amaçlı bir gezi özelliği taşımaktaymış. Yine böyle bir Cuma gününde hanımlar bornozları, tas, tarak ve lavanta kokulu çamaşırları ile hamamın önüne geldiklerinde “hanımlara mahsus” levhasının yerinde olmadığını görmüş ve heyecanlı bir kadın grubu ile karşılaşmışlar. Bunu fırsat bilen külhanbeyleri, hamama girişi kollarken; tellak Asiye Hanım elinde takunyasıyla imdada yetişmiş, hamamın erkenci müşterilerini fazla sıkıntıya sokmadan mahallenin işsiz, güçsüz takımını kovalamış. Sonradan mahallenin müstesna şahsiyeti Paytak Abdi suçu üstlenmiş ve levhayı çevirdiğini itiraf etmiş. Bunun üzerine tansiyonu yükselen kimi hanımlar rahatlamış ve mahalleli bir yanda Arap Sara’nın hurafeleri diğer yanda ise ağlayan çocuk sesleri ile hamam sefasına her zamanki gibi devam etmişler. Şimdileri ise hem o çekilen sıkıntılar bir yana Yahudi’si, Rum’u, Ermeni’si, Müslüman’ı ortak yapılan hamam sefaları çoktan tarih oldu. Anılarımızla iç içe birbirimize daha da sıkı bağlandığımız nice Pesah Bayramlarına…

 Hag Pesah Sameah…